Êdî bes e!*
*As published in Agos Newspaper on 08.02.2008
Henüz bundan iki gün önce, 3
Ocak’ta, oğlum Bawer’i hevesle gidip kreşinden aldım, o gün oğlumu alışverişe
götürecektim, ne zaman önce söz vermiştim ona. “Galerya Alışveriş Merkezi’nden
başlayalım” dedik. Oğlum sıkıldı, ben alışveriş yaparken onun da bana çok yakın
bir mesafede, alışveriş merkezinin dışında, onu görebileceğim şekilde
oynamasına izin verdim. Bir yandan arkadaşıma aldığım hediyeyi paketletirken
diğer gözüm de oğlumun üstündeydi. Tam o an korkunç bir patlama sesi geldi,
patlama sesiyle birlikte elektrikler kesildi. Oğluma seslendim, dışarıdaydı.
Ses gelmedi. Ona doğru karanlıkta koştum. Ne olduğunu anlamamıştık; aklıma ilk
gelen Diyarbakır’ın ana elektrik trafolarından birinin patlamış olabileceğiydi.
Derin bir sessizlik vardı, sanırım bir beş dakika kadar sürdü. Ondan sonra biri
“bomba!” diye haykırdı ve alışveriş merkezindekiler panikle dışarıya doğru
koşmaya başladı. Daha sonra başka bir ses “alışveriş merkezinin arkasında bomba
patladığını” söylüyordu. Herkes çocuğunu arıyordu. Ben Bawer’i bulmuştum, elini
sıkı sıkı tutuyordum. Ama yanımdaki kadın benim kadar şanslı değildi; oğlunun
alışveriş merkezinin arkasındaki dershanede olduğunu haykırarak koşuyordu.
Akşam geç vakitte eve
vardığımızda televizyonlardan bilançoyu öğrendik, dördü çocuk beş ölü, 68
yaralı.
Oğlumu o gece çok zor uyuttum,
sürekli sorular soruyordu: “Anne biz Kürt müyüz?” “Evet oğlum” dedim.
Bundan 26-27 yıl önce aynı soruyu
anneme sorduğumu hatırladım. Annem çok kızmıştı. “Tabii ki Kürdüz” demişti.
Halbuki ben ‘Kürt olmak’ istemiyordum. Kürt olmak benim için köylü olmakla aynı
değerdeydi. Oturduğum binadaki herkes Batı’dan görevli olarak gelen asker,
öğretmen, doktor gibi kamu çalışanlarıydı. Henüz beş yaşındaydım ama onlar gibi
olmak istiyordum, güzel Türkçe konuşmak, lastik olmayan ayakkabılar giymek,
küçümsemeyen, acımayan bakışlar almak…
‘Kürt olmak’ ne demek ileriki
yıllarda daha şiddetli olarak algılayacaktım. 1992 bu bölgede yaşayanlar için
kara bir yıldır. O zamanlar 17 yaşında olan benim için de öyleydi. Olaylar
herkesin sıçramaz dediği Diyarbakır Anadolu Lisesi’nde de başlamıştı. Ben lisenin
haylazlığıyla ünlü edebiyat sınıfındaydım. Bir gün tarih kitapları bahçede
toplanıp yakılıyor, diğer gün yürüyüş düzenleniyordu. Hafta sonları
dershanelerimize kepenk kapatmalardan dolayı gidemiyorduk. 18 kişilik
sınıfımızı yıl sonunda 15 kişi bitirmişti; 3 arkadaşımızı şiddet olayları
sırasında kaybetmiştik.
Artık Ankara’daydım Diyarbakırlı
bir Kürt olarak. Mülkiye’de olduğum dönemlerde Kürt olduğum için çok
zorlanmadığımı söyleyebilirim, ama okulun dışındaki dünya daha farklıydı. Beni
en çok rahatsız eden konulardan biri de, ‘orda su var mı, yol var mı, sen
gerçekten Kürt müsün? Hiç Kürtlere benzemiyorsun da’ gibi sorulara muhatap
olmaktı. Kürtsen ve bir yerlere gelmek istiyorsan daha başarılı olmak
durumundasın; bunu ta o zamanlar anlamıştım. Gittiğim her yerde Diyarbakırlı
olduğum için kimliğimin daha detaylı incelenmesi dolayısıyla anladığım bir diğer
nokta da, ne kadar başarılı olursam olayım bana hep şüpheyle bakılacak
olmasıydı.
Bu şüphe daha ileride iş
yaşantımda da devam etti. Yapacağım konuşma ve sunuşlar diğer
konuşmacılarınkinin aksine hep daha önceden görülmek istendi. En demokratik ve
özgür olacağını düşündüğünüz ortamlarda dahi Kürt olduğum için benim
söylediklerimin daha önyargılı olarak dinlendiği baskısını üstümde hep
hissettim. Artık her bakışı anlayabilir hale gelmiştim. Önceleri “zararsız
Kürt” dediler, sonra ‘bu Kürtçe dahi bilmiyor,” “Beyaz Kürt” dediler.
Çocuklarımın ismini duyunca “bu PKK’lı” dediler, son olarak da ‘Kürtçü’ olduğum
gerekçesiyle yapılan bir ayrımcılıktan dolayı iş hayatıma ara vermek durumunda
kaldım.
Bombanın patladığı gün tanıdık bir
his beni sardı: Hayatımız kendi ellerimizde değildi. Ben bu topraklarda, kendi
topraklarımda, çocuklarımla bir gelecek kurmak istiyordum. Ama bana habire
gerek devlet gerek şiddet kullanan tüm taraflar tarafından buraları terk etmem
dayatılıyordu. Sanki herkes hep bir ağızdan “git buradan, burada gelecek yok”
diyor.
Bugünlerde uzun yıllardır
olmadığı kadar umutsuzum. Korkuyorum, çocuklarımın geleceği adına endişeliyim.
Kızgın ve kırgınım. Bir yandan üniversitelerde rektör düzeyindeki adamlar dahi
hastaları için “Kürttü ama yine de tedavi ettik” derken, diğer yandan birileri
‘bizler adına’ bombalar atıp beş çocuğu öldürebiliyor. İçimden sürekli “êdî bes e” demek geliyor. Êdî bes e, êdî bes
e, êdî bes e….
No comments:
Post a Comment