Sunday, July 31, 2016

Suriçi, kalbimin içi, yıktılar seni!

Suriçi, kalbimin içi, yıktılar seni!


Bugün Suriçi’inde sokağa çıkma yasağının 175. günü. Sabah erken saatlerde telefonum çalıyor. Suriçi’nin bazı sokaklarının açıldığını haber veriyorlar. Gitmek ve gitmemek arasında kararsızım. Ruh halimin kaldırmayacağını düşünerek gitmemeye karar veriyorum.

Öğleden sonra bu sefer annem arıyor. 86 yaşındaki babamı evde tutamadığını, sokağa çıkma yasağının kaldırıldığı mahalledeki dükkanını görmeye gittiğini ve gözyaşları içinde olduğunu söylüyor. Sur’a gitmeye karar veriyorum.

Yoğurt Pazarının biraz ilerisinde bir kürsüde çökmüş vaziyette babamı buluyorum. Onunla ilgilendikten sonra, açılan sokakları dolaşmaya başlıyorum.

Her yer yıkıntı, çöp, pislik halinde. Çocukluğumun geçtiği Yoğurt Pazarının hemen köşesindeki 100 yıllık ağaç yok artık, ağacın gövdesi yıkıntıların arasında.

İlerliyorum. Yıkıntılar arasında dolaşan epey bir insan var. Yerlerde cam kırıkları. Dükkanların darabaları kırılmış, içlerinde bir şey kalmamış. Çocukken en çok sevdiğim köşede duraklıyorum. Dar sokaklardan baktığım gökyüzüne tekrar bakıyorum. 30 yıl önce bana umut veren, küçelerimize sızan ışıklar şimdi umutsuzluğumu arttırıyor.


İçlere doğru ilerledikçe kokular artıyor, birçok insan maskeyle dolaşıyor. Yanımdan geçen biri bana da maske vermek istiyor. Almıyorum. Tüm bu kokuları çekeyim içime, öyle çekeyim ki, memleketime yapılanları asla unutmayayım, bu zalimliği asla unutmayayım istiyorum.

Çöplerin arasında, mahalledeki 6 katlı binalardan birine giriyorum. Binadaki tüm dairelerin kapıları kırılmış. Ev sahipleri gelmiş, toparlamaya çalışıyorlar. Kadınlardan biriyle konuşuyorum. “Toparlamıyoruz, toparlayacak bir şey kalmamış, sadece bazı önemli evraklar resimleri arıyoruz, birkaç kıymetli şeyi” diyor. Başka bir dairedeki kadın “Biz yasak olunca Cezaevine taşındık, ama sonuçta burası evimizdir, bir gün toparlanırsa elbette geri döneriz, ama umudumuz yok” diyor. Evlerinde kamera ve birkaç değerli eşya çalınmış, onun dışındaki her şey yıkık dökük.

Binanın içi çöplük halinde. Kokular gittikçe ağırlaşıyor. Başka bir dairede geçmiş olsun dediğim yaşlı kadın “bu geçer mi kızım” diyor. “Buralar artık düzelmez, yaşantımızı yıktılar, evime son kez bakmaya geldim.”

Binanın içi boş konserve kutusu dolu. Dama çıkıyoruz. Yerde kum torbaları ve boş kovanlar var. Dam kalabalık. Onlarca insan yasağın devam ettiği mahallelerde yaşanan tahribatı görmek için dama çıkmış. Dört Ayaklı Minarenin arka kısmı neredeyse yok olmuş, dümdüz. Hasırlı, Hançepek… gibi devasa mahallelerden geriye çok az şey kalmış. Hançepek yani halkın içindeki adıyla Gavur mahallesi boş bir araziye dönmüş. Gözümü kapıyorum, eski halini hatırlamaya çalışıyorum. Sık sık avlusunda kahvaltı yaptığım Ermeni Kilisesine bakıyorum, ne büyük umutlarla yapılmıştı restorasyonu.  Karşımdaki Hacı Hamit Cami tam bir harabe halinde. Manzara Kobane’yi aratmıyor. Yeşil bir iş makinesi Caminin yanında duruyor.

Damda uzaktaki evlerine bakıp sessizce ağlayanlar var, gördüğü manzara karşısında ayakta durmakta zorlanan insanlar var. Kurşun Cami minaresine koca bir Türk bayrağı asılmış. 5000 yıllık Suriçi yanık yıkık.  Sadece bir yıl önce dolaştığım sokaklar mı bunlar! Sadece bir yıl önce, çocuklarla sek sek oynadığımız küçeler mi bunlar! Her gelen misafirimizi övgüyle, gururla götürdüğümüz Suriçimiz mi bu! Bir devlet nasıl pervazsızca bir şehri böylesine yakar yıkar!

Binadan hızla iniyorum. O sırada çöpleri karıştıran çocuklar görüyorum. Patlamamış mühimmat olabileceğini söyleyip onları uyarıyorum. Yabancı cisimlere ellemeyin diyorum. “Zaten az önce bir patlama oldu abla” diyor. Evlerinden kurtarabildikleri birkaç eşyayı el arabası ile taşımaya çalışan insanlara bakıyorum. Yere  saçılmış kitaplar var. Birini elime alıyorum. Üniversite hazırlık kitaplarıymış. Hangi gencindi bunlar, ne düşünüyordu bir yıl önce, hangi okuldu hayali, acaba şimdi nerede, yaşıyor mu? Kitapların yanında bir resim defteri, solmuş resimler…

İlerliyorum. Evlerin üzerine yeşil çarpılar konulmuş. Mahalleli bunların “bu ev kontrol edildi” anlamında özel timler tarafından konulduğunu söylüyor. Başka biri bu çarpıların tarihi olmayan yapılara konulduğunu belirtiyor.

Bugün açılan sokaklar yasağın olduğu alanın çok küçük bir parçası, asıl yıkımın, büyük yıkımın olduğu yerler değil. Buna rağmen insanlar evlerini bulmakta güçlük çekiyorlar.

Birkaç yüz metre ötede Dicle-Fırat Kültür Merkezinde ise hala cenazelerini alamayan aileler var. Rozerin Çukur, Ramazan Öğüt, Hakan Aslan’ın cenazeleri hala ailelerine verilmedi. Avludaki ilan panosunda “Yaşamlarına saygı duymadınız, naaşlarına saygı duyun” yazıyor. Cenazeleri aylarca yerde kalan gençlerin  merkezin avlusunda asılı resimlerine bakamıyorum artık. Anneleriyle konuşamıyorum artık. Hiçbir şey yapamıyorum artık!

Sadece haykırmak istiyorum: Suriçi, kalbimin içi, yıktılar seni!

Nurcan Baysal


*As published in T24 on 23.05.2016

No comments:

Post a Comment