Suriçi, kalbimin içi, yıktılar seni!
Bugün Suriçi’inde
sokağa çıkma yasağının 175. günü. Sabah erken saatlerde telefonum çalıyor.
Suriçi’nin bazı sokaklarının açıldığını haber veriyorlar. Gitmek ve gitmemek
arasında kararsızım. Ruh halimin kaldırmayacağını düşünerek gitmemeye karar
veriyorum.
Öğleden sonra bu sefer
annem arıyor. 86 yaşındaki babamı evde tutamadığını, sokağa çıkma yasağının kaldırıldığı
mahalledeki dükkanını görmeye gittiğini ve gözyaşları içinde olduğunu söylüyor.
Sur’a gitmeye karar veriyorum.
Yoğurt Pazarının biraz
ilerisinde bir kürsüde çökmüş vaziyette babamı buluyorum. Onunla ilgilendikten
sonra, açılan sokakları dolaşmaya başlıyorum.
Her yer yıkıntı, çöp,
pislik halinde. Çocukluğumun geçtiği Yoğurt Pazarının hemen köşesindeki 100
yıllık ağaç yok artık, ağacın gövdesi yıkıntıların arasında.
İlerliyorum. Yıkıntılar
arasında dolaşan epey bir insan var. Yerlerde cam kırıkları. Dükkanların
darabaları kırılmış, içlerinde bir şey kalmamış. Çocukken en çok sevdiğim
köşede duraklıyorum. Dar sokaklardan baktığım gökyüzüne tekrar bakıyorum. 30
yıl önce bana umut veren, küçelerimize sızan ışıklar şimdi umutsuzluğumu
arttırıyor.
İçlere doğru
ilerledikçe kokular artıyor, birçok insan maskeyle dolaşıyor. Yanımdan geçen
biri bana da maske vermek istiyor. Almıyorum. Tüm bu kokuları çekeyim içime,
öyle çekeyim ki, memleketime yapılanları asla unutmayayım, bu zalimliği asla
unutmayayım istiyorum.
Çöplerin arasında,
mahalledeki 6 katlı binalardan birine giriyorum. Binadaki tüm dairelerin
kapıları kırılmış. Ev sahipleri gelmiş, toparlamaya çalışıyorlar. Kadınlardan
biriyle konuşuyorum. “Toparlamıyoruz,
toparlayacak bir şey kalmamış, sadece bazı önemli evraklar resimleri arıyoruz,
birkaç kıymetli şeyi” diyor. Başka bir dairedeki kadın “Biz yasak olunca Cezaevine taşındık, ama sonuçta burası evimizdir, bir
gün toparlanırsa elbette geri döneriz, ama umudumuz yok” diyor. Evlerinde
kamera ve birkaç değerli eşya çalınmış, onun dışındaki her şey yıkık dökük.
Binanın içi çöplük
halinde. Kokular gittikçe ağırlaşıyor. Başka bir dairede geçmiş olsun dediğim
yaşlı kadın “bu geçer mi kızım”
diyor. “Buralar artık düzelmez,
yaşantımızı yıktılar, evime son kez bakmaya geldim.”
Binanın içi boş
konserve kutusu dolu. Dama çıkıyoruz. Yerde kum torbaları ve boş kovanlar var. Dam
kalabalık. Onlarca insan yasağın devam ettiği mahallelerde yaşanan tahribatı
görmek için dama çıkmış. Dört Ayaklı Minarenin arka kısmı neredeyse yok olmuş,
dümdüz. Hasırlı, Hançepek… gibi devasa mahallelerden geriye çok az şey kalmış.
Hançepek yani halkın içindeki adıyla Gavur mahallesi boş bir araziye dönmüş.
Gözümü kapıyorum, eski halini hatırlamaya çalışıyorum. Sık sık avlusunda
kahvaltı yaptığım Ermeni Kilisesine bakıyorum, ne büyük umutlarla yapılmıştı
restorasyonu. Karşımdaki Hacı Hamit Cami
tam bir harabe halinde. Manzara Kobane’yi aratmıyor. Yeşil bir iş makinesi Caminin
yanında duruyor.
Damda uzaktaki evlerine
bakıp sessizce ağlayanlar var, gördüğü manzara karşısında ayakta durmakta
zorlanan insanlar var. Kurşun Cami minaresine koca bir Türk bayrağı asılmış.
5000 yıllık Suriçi yanık yıkık. Sadece
bir yıl önce dolaştığım sokaklar mı bunlar! Sadece bir yıl önce, çocuklarla sek
sek oynadığımız küçeler mi bunlar! Her gelen misafirimizi övgüyle, gururla
götürdüğümüz Suriçimiz mi bu! Bir devlet nasıl pervazsızca bir şehri böylesine
yakar yıkar!
Binadan hızla iniyorum.
O sırada çöpleri karıştıran çocuklar görüyorum. Patlamamış mühimmat
olabileceğini söyleyip onları uyarıyorum. Yabancı cisimlere ellemeyin diyorum. “Zaten az önce bir patlama oldu abla”
diyor. Evlerinden kurtarabildikleri birkaç eşyayı el arabası ile taşımaya
çalışan insanlara bakıyorum. Yere saçılmış kitaplar var. Birini elime alıyorum. Üniversite
hazırlık kitaplarıymış. Hangi gencindi bunlar, ne düşünüyordu bir yıl önce,
hangi okuldu hayali, acaba şimdi nerede, yaşıyor mu? Kitapların yanında bir
resim defteri, solmuş resimler…
İlerliyorum. Evlerin
üzerine yeşil çarpılar konulmuş. Mahalleli bunların “bu ev kontrol edildi”
anlamında özel timler tarafından konulduğunu söylüyor. Başka biri bu çarpıların
tarihi olmayan yapılara konulduğunu belirtiyor.
Bugün açılan sokaklar
yasağın olduğu alanın çok küçük bir parçası, asıl yıkımın, büyük yıkımın olduğu
yerler değil. Buna rağmen insanlar evlerini bulmakta güçlük çekiyorlar.
Birkaç yüz metre ötede
Dicle-Fırat Kültür Merkezinde ise hala cenazelerini alamayan aileler var.
Rozerin Çukur, Ramazan Öğüt, Hakan Aslan’ın cenazeleri hala ailelerine
verilmedi. Avludaki ilan panosunda “Yaşamlarına saygı duymadınız, naaşlarına
saygı duyun” yazıyor. Cenazeleri aylarca yerde kalan gençlerin merkezin avlusunda asılı resimlerine
bakamıyorum artık. Anneleriyle konuşamıyorum artık. Hiçbir şey yapamıyorum
artık!
Sadece haykırmak
istiyorum: Suriçi, kalbimin içi, yıktılar seni!
Nurcan
Baysal
*As published in T24 on 23.05.2016
No comments:
Post a Comment