Friday, September 22, 2017

Some Notes for the Warmongers

Some Notes for the Warmongers

In the last couple of weeks, İnsan Hakları Derneği (Human Rights Association) Diyarbakır Branch has published an important report on human rights violations between the dates July 24, 2015 and July 24, 2017, which attests to the atrocities faced by our society in numbers.

According to this report, in the last 2 years:

- 771 security personnel and 1307 armed militia died in armed clashes. 51 people were caught in crossfire and died.

- 448 people were killed as a result of extrajudicial killings by soldiers, police or village guards (korucu). Most of these deaths took place during the curfews imposed. 75 of them were children.

-14 people died as a result of armored cars hitting them.

- As a result of armed groups actions, 129 people died all around Turkey, 64 of whom were living in Kurdish cities. In Kurdish region, 14 people died after being detained by armed militia or due to attacks committed by them.

- 15 children died due to mines or residues from armed clashes. 56 people died due to fire opened at people near the borders.

In total 2891 people died. 2891 lives lost, 2891 hearts stopped beating! Those injured can go up to 3000.

Monday, September 18, 2017

Kimsesizler mezarlığı, CHP ve adalet

Kimsesizler mezarlığı, CHP ve adalet


En son Cizre’ye gittiğimde Eskişehir’den gelmiş, oğlunun kemiklerini arayan bir anneyle karşılaşmıştım. Oğlundan neredeyse 1 yıldır haber alamıyordu. Cizre’deki sokağa çıkma yasağı sırasında “Cizre ile dayanışmaya gittiğini” duymuştu. Bu kadar! Şimdi oğlundan varsa kalan bir parça kemiği arıyordu.
Cizre’de halen isimleri bilinmeyen onlarca genç Cizre çocuk mezarlığında yatıyordu. İsimleri bilinmediği için üzerleri numaralandırılmış mezarlarda...
Dün gördüğüm küçük bir haber tüm bunları tekrar hatırlattı bana. Haberde Nusaybin’de yasak sırasında ölen 83 kişiden, 28’inin cenazesinin DNA eşleşmelerinin yapıldığını, ancak savcılık ailelerinin adreslerini kaybettiği için cenazelerin ailelere teslim edilemediği yazıyordu. 83 kişiden bu güne kadar sadece 35 kişinin cenazesi kimsesizler mezarlığından alınıp ailelerine verilmişti. Geri kalan cenazeler farklı şehirlerin kimsesizler mezarlığında yatıyor.

Bir kâğıt parçasıyla özgür medya susar mı?

Dihaber’in Diyarbakır’daki merkez bürosunun kapısına vurulmuş bir mühür. Bir kartona özensizce “693 sayılı KHK’ya istinaden kapatılmıştır” yazıyor. Mavi renk naylon ipliğin bir ucuna dökülen bir mum ve kartona gelen bir damla.
“Bu kadar mı” diyesi geliyor insanın. En zor, en kötü koşullarda, can güvenliği olmadan, bize haber ulaştırmaya çalışan Dihaber’i böyle bir mühürle kapatmak…

Kemiklere saygı

Kemiklere saygı


Önceki  hafta medyada Van Edremit Belediyesi kayyımının, halk plajındaki tarihi höyüğün ve Ermeni mezarlığının üzerine tuvalet yaptırdığı haberleri geçti. Mezarlıktan çıkan kemikler etrafa saçılmıştı. Gelen tepkiler üzerine Kayyım Bey Twitter hesabından bir açıklama yapmış. Açıklamada şöyle diyor:
“Dicle Haber Ajans kaynaklı halk plajının Ermeni mezarlığını tahrip ettiği vs. haberi tamamen yalandır, bu bölgemizde Ermeni mezarlığı yoktur.”
Kayyım Bey ne diyecek, yaptığı rezilliği inkâr etmeye çalışacak elbet. 40 yıllık yaşamımda öyle şeylere şahitlik ettim ki beni bu devletin yaptıkları maalesef şaşırtmıyor artık. Ermeni halkına karşı utançlarıma bir yeni utanç daha eklenmiş, kıvranırken, kayyımın açıklamasının altındaki yorumlara denk geldim. Birkaçını buraya alıyorum:

Onlar diyor siz yoksunuz, biz diyoruz biz varız!

"Ew Dibêjin 'Hûn Tunene'; Em Dibêjin 'Em Hene'!”[1] 
Bundan 4-5 yıl önce Diyarbakır’ın birçok yerinde bu pankartı görmek mümkündü. Özellikle Kürtçeye ilişkin yapılan çalışmalarda kullanılıyordu. Nitekim 29 Ekim 2013 tarihinde bu pankartla ilgili bir yazı yazmıştım.[2] O gün eline Türk bayrağı verilen Kürt çocuklarla şehrin göbeğinde tankların geçtiği büyük bir cumhuriyet töreni yapılıyordu.
Üzerinden neredeyse 4 yıl geçmiş. Bu pankartı ilk gördüğüm belediye kültür merkezi artık yok. Daha doğrusu tüm kültür merkezleri kayyımlarca kapatıldı. Kürt dilinin gelişimi için çalışan hiçbir kurum yok. Hepsi KHK’lar ile kapatıldı.  Türk bayrakları sadece 29 Ekimlerde çıkmıyor ortaya. Tüm Surlarımız, yollarımız, parklarımız, şehrin her köşesi bayraklarla kaplandı. Tanklar mı? Onlar artık günlük yaşamımızın bir parçası, benzerleri olan TOMA, kirpi, akreplerle birlikte…

Friday, September 15, 2017

Diyadin'in Çocukları

Diyadin'in Çocukları


Ağrı, Diyadin, bir fırının önü, sokaktaki güvenlik kamerası kayıtta…[1]
2 yıl önce bugün.
12 Ağustos 2015, saat 20:45. Fırının önünde 3 genç…
Muhammed ve Orhan çalıştıkları fırının önündeler. 16 yaşındaki Muhammed liseye gidiyordu, tüm yaz yakın arkadaşı Orhan ile fırında çalışmayı planlamışlardı. Günlük 10 TL. kazanıyorlardı. Akşam fırına gelmişlerdi, sabah fırını yakmak için odunları hazırlayacaklardı. Fırının hemen önünde Orhan tahta el arabasının üstünde, Muhammed ve abisi ise kaldırımda oturuyorlardı. Ellerindeki cep telefonu ile meşguller. Yanlarından bir sokak köpeği geçiyor.
Kamera kayıtta… Saat:21:00.

“Ulan devlet, mahalleyi de götürdün ya!”

Çok sıcak bir gün. Akşam 6 gibi Suriçi’nin muhtarlarının bir kısmı ile buluşuyoruz. Mahallelerdeki ihtiyaçlara ilişkin kısa bir toplantıdan sonra yıkımın devam ettiği Alipaşa ve Lalebey mahallelerine doğru yol alıyoruz. Çocuklar dar, bazalt taşlı küçelerde oynuyorlar. Kadınlar bir nebze olsun serinlemek için kapı önlerini suluyorlar.
Ramazan ayından sonra Alipaşa’da yıkım hızlanmış. Mahallenin bazı bölgeleri tamamen dümdüz artık. Yıkık alanın içinde ayakta kalan bir ev görüyoruz. Avlusunda yaşlı bir adam oturuyor. Tek başına, yıkıntının ortasında ne yaptığını soruyorum. Ailesinin şehrin başka bir bölgesine gittiğini, ama kendisinin burayı bırakmak istemediğini, o nedenle tek kaldığını belirtiyor.

Bugün, 1 dakika sessizlik lütfen!


Öyle sıradan bir gündü işte. 3 Ağustos 2014. Hava sıcaktı. 2 çocuğu, eşiyle birlikte oturuyordu evde. Ansızın IŞİD’liler köylerini bastı:
“Ansızın bastılar köyü. Şehabî köyünde yaşıyorduk. Bir çocuğum 3 yaşında, diğeri ise henüz 7 aylıktı. Eşimi bizden ayırdılar. Başını kestiklerini duydum. Bizi, kadınları bir araca koyup götürdüler. Çocuklarım kaldı, arkamdan ağlıyorlardı fakat hiçbir şey yapamıyordum. O an çok kötüydü. Koço, Tel Ahfar ve Musul'a beni götürüp sattılar. Burada binlerce esir kadın vardı ve her şey çok korkunçtu.  Aylarca ellerinde kaldım ve onlara yemek yaptım. Genç ve çocuk olanlara tecavüz ediyorlardı, benim gibi daha yaşlı olanlara ise yemek ve temizlik gibi işler yaptırıyorlardı.  Kaldığım evlerde sürekli kadın ve çocuk değişimi oluyordu. Böylece kadınlar defalarca satılmış oluyordu. Yaklaşık altı ay ellerinde kaldım. Bu süre içinde neredeyse delirecek gibi oluyordum. Tecavüz ettikleri çocukların yaşları 3 yaşına kadar iniyordu. Bu tabloya şahit olunca çocuklarımı daha çok merak ediyordum.  Çocuklarımın da bir yerlerde tecavüze uğradığını düşündükçe deli oluyordum…”[1]

Neredesin vicdan, neredesin adalet?

Vicdan ve adaleti bu topraklarda mumla aradığımız günlerden geçiyoruz. Her gün yaşanan adaletsizlik ve vicdansızlıklara ilişkin onlarca mesaj alıyorum. Bunların bir kısmı cezaevine giren yeni doğum yapmış kadınlara ilişkin.

Wednesday, September 6, 2017

Ercan Güneş’in ölümünü neden duymuyoruz?

Ercan Güneş’in ölümünü neden duymuyoruz?

Ercan Güneş Dersimli bir minibüs şoförü. Hani o köyler arası gidip gelen minibüslerden. Dersim Han köyü yakınlarında muhtemelen minibüsü ile giderken (muhtemelen diyorum çünkü olayın ayrıntıları haber sitelerinde yok), kobra helikopterinin bombardımanı sonucu ölüyor. Belki bir Ahmet Kaya türküsü vardı dudağında, belki bir Dersim manisi… Kim bilir! Hiçbir zaman bilemeceğiz. Belki de korkmuştu bombardıman seslerinden, biran önce evine ulaşmaktı derdi.
Bombalar dağlarımıza, taşlarımıza, ormanlarımıza, köylerimize düşüyor her gün. Ercan Güneş o dağlarımıza, taşlarımıza, köylerimize düşen bombalardan biriyle ölüveriyor. Öyle güzel bir Dersim günü, Temmuz ayı, Dersim’in en güzel ayında…

Türkiye’de gazeteci olmak zor; Kürt gazeteci olmak çok daha zor

Türkiye gazeteciler için (gerçek gazeteciler için tabii ki) koca bir hapishaneye dönüşmüş durumda. 150’den fazla gazeteci cezaevinde. İnan Kızılkaya, Ahmet Şık, Murat Sabuncu, Kadri Gürsel, Ahmet Altan, Turhan Günay, Zehra Doğan, Meltem Oktay, Tunca Öğreten, Mahir Kanaat, Ömer Çelik, Nedim Türfent, Nazlı Ilıcak, Deniz Yücel… İlk aklıma gelenler. Gün geçmiyor ki bir gazeteci gözaltına alınmasın. Birçok gazeteci ise yurtdışına çıkmak zorunda kaldı. Türkiye’de gazeteci olmak gerçekten zor.  Kürt gazeteci olmak ise çok ama çok zor.
Kürt gazeteci iseniz “potansiyel terörist” gözüyle bakılırsınız. Bir haber takibindeyken her an gözaltına alınmanız, kör bir kurşuna hedef olmanız muhtemeldir. Çatışmaların arttığı dönemlerde, çatışmalara paralel olarak Bölgede gazetecilere yönelik baskı ve şiddet de artar. Nitekim sokağa çıkma yasaklarının yoğun yaşandığı dönemlerde yaralanan, hedef gözetilerek vurulan, başına silah dayanan, işkenceye maruz kalan gazeteciler oldu. Bölgede onlarca gazeteci gözaltına alındı, onlarcası aylardır cezaevinde. Ve bu gazeteciler çoğu zaman medyada ufak bir haber bile olmuyorlar.