MÜZAKERE SÜRECİ:EYLÜL 1997-NİSAN 1998
Tek başına İngiltere ve/veya İrlanda’nın bu süreci yürütmesinin mümkün olmayacağı, üçüncü bir tarafın katılımının süreci kolaylaştıracağı düşünülüyor. Nitekim öyle de oluyor. Dublin’de görüştüğümüz müzakere sürecinde yer alan eski İrlanda Dışişleri Balanı Liz O’Donnell 3. taraf olarak ABD’nin müzakere sürecinde oynadığı rolün önemine değiniyor:
“ABD bizim için çok önemliydi. IRA ABD’deki İrlandalılarla yakın bağlara sahipti. ABD’nin barış sürecimize dahil olması idealist bir müdahaleydi. Clinton bir konuşma yaparak ‘İrlandalıların tekrar mutlu olmasını istiyoruz’ dedi ve sürece başkanlık etmesi için ABD Senatör Mitchell’i atadı. Mitchell, bir yargıçtı, çok saygın bir insandı, siyasi bir zeka kattı müzakerelere. Tarafsızdı, çok sıkı bir oturum başkanıydı. Hem İngilizler hem İrlandalılar için zor bir adamdı. Müzakereler başladı, müzakerelere karşılıklı bir saygı unsuru katmaya çalıştı. İnsanların önce birbirlerine bağırmayı kesmeleri gerekiyordu. Çok saygıdeğer politikacı ve hakim olması nedeniyle, taraflar odada o olduğu için daha saygılı olma gereği duydu, Mitchell’in varlığı kabalığı engelledi.”
Sürecin hemen başında İrlanda hükümeti güven inşasının bir parçası olarak tutukluları serbest bırakıyor. O’Donnell: “Bu riski almaya değer gördük. Eğer yanlış davranırlarsa tekrar tutuklarız ama şimdilik iyi niyetimizi gösterelim istedik. Tutuklular toplumda çok güçlü bir role sahipti. Diğer taraf için karşılanması zor bir durumdu çünkü insan öldürmüşlerdi. Ama biz yine de barış adına bu riski aldık” diye anlatıyor.
Müzakereler için hem İngiliz hem İrlanda hükümeti en iyi siyasetçileri ve en iyi bürokratlarını seçiyor. O’Donnell buna paralel her 2 ülkenin başbakanların da sürece odaklandığını vurguluyor:
“Barış sürecine en iyi politikacılar, en iyi uzmanlar, en iyi memurlar atandı. İngiltere’de de en iyi memurlar tamamen bu işe atandı. Bu sürece önemli bir katkıydı, bu insanlar sadece bu işle ilgileniyorlardı. Başbakanlıkta müzakereleri destekleyen yeteri kadar irade bulamazsanız bu iş tutmuyor. 2 tarafın başbakanları da sürece tamamen odaklandılar.”
Müzakere masasına toplumdaki tüm sesleri getirmek için, müzakere öncesi özel bir seçim yapılıyor. Bir defalığına, müzakere sürecine özel olarak seçim barajı kaldırılıyor ve böylece toplumdaki tüm seslerin müzakere masasına gelmesi sağlanıyor. O’Donnell:
“Bir anlamda müzakere yapacak kişilerin seçilmesi için seçim yaptık. Eğer sadece ana partiler gelecek deseydik epey kutuplaşmış olacaktı ama biz tüm sesler barış sürecine girsin istedik, işçilerden kadınlara kadar. Kadın koalisyonuna pozitif ayrımcılık yapıldı. Seçimlerden çıkmamasına rağmen müzakere masasında 4 sandalye verildi. Tüm toplumu kesen bir masa oluşturuldu. Büyük partiler o kadar çok ses çıkarıyordu ki, daha çok ve farklı ses olsun istiyorduk. Kadın örgütleri de böyle dahil oldu. Hemşireler, doktor… vs. dahil oldu. Bir tür düşünce açıklığıydı aradığımız. Erkek egemen partiler ve sabit ideolojik pozisyondan gelen insanlardan ziyade bu tarz farklı sesler olsun istedik. Bu süreci çok kolaylaştırdı”.
Toplumun her kesim ve katmanından seslerin bir araya geldiği müzakere masasında hızlı ilerlemek çok kolay değildi. Tüm taraflar müzakereye davet edilmişti, masaya gelmeyi tek bir parti reddetmişti, DUP, Kuzeydeki en büyük Protestan Birlikçi parti. O masaya gelmese de müzakereler devam etti. Görüştüğümüz Glencree Barış ve Uzlaşma Merkezi’nin eski Başkanı Ian White bu durumu şöyle açıklıyor:
“Müzakere masası kapsayıcı olmalı. Bu çok önemli. Herkes odada olmak istemiyor olabilir ama hazır hissettiklerinde odada onlara yer olduğunu bilmeliler.”
Nitekim, hazır hissettiğinde masaya oturması için DUP’un yeri, masaya geleceği 2006 yılına kadar tutuldu.
'Her şeyin üzerinde anlaşana kadar hiçbir şeyin üzerinde anlaşmamış varsayıyoruz'
'Birbirinden nefret eden insanlar masada oturuyorlardı'
8 ay süren müzakere sürecinde masada yaşanan tartışmalar gizli yürütüldü. İlk aylar masadaki tarafların birbirleri ile diyalog kurmaları ile geçti. Ian White bu süreçteki zorlukları şöyle anlatıyor:
“En önemli şey diyalog idi. Birbirinden nefret eden insanlar masada oturuyorlardı ve diğer sivil toplum örgütleri de bu süreci kolaylaştırmaya çalışıyorlardı. Herkes hem acı çekiyor, hem de diğer tarafı dinlemek zorunda kalıyordu. Örneğin İngiltere güvenlik birimlerinden insanlar, sevdiklerini öldüren insanlarla aynı masadaydılar . Bazen masada kilise grupları da oturuyordu.
Canı yananlar ‘insan değil canavar onlar’ diyordu. Önce karşınızdakinin insan olduğunu kabul etmeniz gerekiyor. İnsanlara bunu anlamaları için alan yarattık. İlişkileri insanileştirdik. Bunda sivil toplumu sürece katmamızın faydası çok oldu. Sivil toplumun çok önemli bir faydası da politik müzakereleri hayata geçirmede oynadıkları roldü. Toplumla tabanla kontaktaydılar. Tabi ki sivil toplumdan insanların da bir geçmişleri vardı, ama geçmişlerini müzakere masasına taşımıyorlardı”
Müzakereler devam ederken hala silahlar dolaşıyordu. 1998 Paskalyasında patlayan bomba da müzakereleri kesmedi. Bombalamayı IRA’nın müzakere sürecine katılmasından rahatsız olan IRA içindeki küçük bir muhalif grubun yaptığı anlaşıldı.
Görüştüğümüz sürece katılan insanlar bazı günlerin masada hiçbir ilerleme sağlanmadan geçtiğini, ama ertesi gün herkesin tekrar masaya geldiğini anlatıyorlar. Müzakerelerin 2 önemli özelliği; bağımsız bir oturum başkanı olması ve yapılandırılmış bir müzakere süreci olmasıydı. Bağımsız oturum başkanı herkesin herkesi dinlemesini sağlıyor ve herkesin konuşması için fırsat yaratıyordu. “Senatör Mitchell, bırakın konuşsunlar, bu dışarıda bağırmalarından iyidir, diyordu” diye anlatıyor O’Donnell o günleri.
Müzakere süreci oldukça esnek bırakılıyor. O dönemki İrlanda Başbakanı Ahern görüşmemizde süreci şöyle tanımlıyor:
“Ana ilkemiz şuydu: Her şeyin üzerinde anlaşana kadar hiçbir şeyin üzerinde anlaşmamış varsayıyorduk.
Zordu, tüm müzakereler gibi inişleri çıkışları vardı. Blair ve ben şuna karar vermiştik, çatışma çok uzun ve şiddetli olduğu için mümkün olduğunca kapsamlı bir anlaşma yaptık, anlaşmada değinebileceğimiz tüm konulara değindik, tüm alanlara ilişkin bir yol haritası çıkardık, temel reform alanlarını belirledik, ceza yasası, tutuklular, kolluk kuvvetleri, kuzeydeki meclisin nasıl düzenleneceği, insanların bu meclise nasıl seçileceği, iktidarın bu insanlar arasında nasıl paylaşılacağı…gibi.”
Müzakerelerde tüm sorunlar ele alınarak her biri için birer yol haritası belirlendi.
Ve 1998 yılı Nisan ayının bir Cuma günü Barış Anlaşması nam-ı diğer Hayırlı Cuma Anlaşması muhalefete yer vermeyecek şekilde tüm tarafların katılımı ile imzalanıyor.
Anlaşmayı imzalamayan tek taraf olan dönemin en büyük Protestan partisi DUP, anlaşmayı imzalamadığı için oldukça güç kaybedecek ve anlaşmayı uzun yıllar sonra 2006 yılında imzalayacaktır.
Nurcan Baysal
*As published in T24 on 25.02.2015
No comments:
Post a Comment