Wednesday, November 27, 2013

Kürtlere Düşen Çocukluk Nedir?

Kürtlere Düşen Çocukluk Nedir?

*As published in BIANET on 26.11.2013





Kürt Çocuk Olmak Ne Demek? Kaç Kürt iyi bir çocukluk hatırlıyor? 20 Kasım Dünya Çocuk Hakları gününde aklıma tekrar takıldı bu soru.

Kürtlere düşen çocukluk neydi?
Ölümdü…

Uğur Kaymaz  9 yıl önce 21 Kasım’da askerler tarafından öldürüldü. Uğur Kaymaz babasıyla birlikte öldürüldüğünde 12 yaşındaydı, vücudundan yaşından fazla, 13 mermi çıkmıştı.

Enes Ata 8 yaşındaydı başına kurşunlar yağdırıldığında. Fatih Tekin Batman’daki evinin damında yanağına isabet eden polis kurşunuyla öldüğünde 3 yaşındaydı.

Behzat Özen henüz bundan 2 hafta önce mayına basarak öldüğünde  8 yaşındaydı.  Hakkari’nin Şemdinli ilçesinin Altınsu Köyü İncesu Mezrası’nda yaşıyordu. O gün de diğer günler gibi arkadaşı Tayfun ile birlikte hayvanları otlatmaya götürmüşlerdi.

Bingöl’de kitap almaya giderken,1 TL.leri olmadığı için yürüyerek Çapakçur Deresinden geçmeye çalışan Asliye ve Zeynep boğulduklarında 10 yaşındalardı.

Bu çocuklar öldüler. Çünkü bu coğrafyada doğmuşlardı.

Kürtlere düşen çocukluk neydi?
Yoksulluktu, açlıktı, yokluktu…

Bugün Kürt çocukların çoğunluğu yoksulluk ve açlıkla karşı karşıya. Özellikle 1992-1996 yılları arasında gerçekleştirilen zorunlu göç ve köy yakmalar bu açlık ve yoksulluğun en temel nedenlerinden biri. Zorunlu göçle şehrin varoşlarına savrulan bu ailelerin ve çocuklarının çoğunluğu, zorunlu göçten 25 yıl sonra bile bellerini doğrultabilmiş değiller. 2009 yılında zorunlu göçle gelen ailelere ilişkin yaptığım bir araştırma sırasında, bir baba şöyle demişti:

“Köyden kente gelince gözlerimiz kapalıydı, çoluk çocuğu perişan ettik. Çocuklarımız        hırsızlık yapıyor, çöplerde dolaşıyor, çöplerden ekmek topluyorlar. Sudan çıkmış      balığa döndük.”

 Bugün Diyarbakır’ın sokaklarında binlerce çocuk açlıkla mücadele etmekte. Azize(10), Aziz(7) ve Mahmut(5) Diyarbakır’da bir çöp evde bulunduklarında, günlerce aç kalmış olmanın sonucu olarak vücutları şişmiş, gelişim bozukluğu başlamış, konuşamıyorlardı.

Bu çocuklar açlar, çünkü Kürtler.

Kürtlere düşen çocukluk neydi?
Kendinden, dilinden utanmaktı.

Henüz daha birkaç ay önce gazetelere düşmüştü Bemâl’in haberi. Bemâl anadil sorunu nedeniyle “zeka özürlü” denerek bir rehabilitasyon merkezine kapatılmıştı. Bemâl şöyle anlatıyordu:
“Kürtçe pis ve kötü bir dildir. Kürtçe konuştum diye bana ‘deli’ deyip buraya gönderdiler.”

Çoğumuz belki rehabilitasyon merkezine kapatılmadık, ama Türklüğün ve Türkçe’nin bütün kurumlarıyla yüceltildiği bir dönemde kaçımız utanmadık Kürtçe konuşmaktan?

Anamızın konuştuğu dilden utanmamız sağlandı, çocuk başımız eğik gezdik, çünkü dilimiz Kürtçeydi.

Kürtlere düşen çocukluk neydi?
Şiddetti, korkuydu, cezaeviydi.

Helikopter sesleriyle uyanıp, tankların arasında sakız satıp, “Apoculuk” oynayarak geçmişti Kürtlerin çocukluğu. Çocukluğumuzdaki helikopter ve bomba seslerinin şiddetini, bugün sokaklarda gösterilerde en ön sıralarda olan çocuklarımızın   ellerindeki taşın, yüzlerindeki maskelerin şiddetinde bulabilirsiniz. 2012 yazında çalıştığım bir köyde, bomba seslerinin korkusundan kendini odaya kapatan 3 yaşındaki Havin bebeği hatırlıyorum. Havin bir daha çıkmadı o odadan.

Kürt çocuklar Roj TV, Nûçe TV izlerler,  cezaevlerini tanırlar, kimyasal silah nedir iyi bilirler. Onlar öldürülen babalarının, analarının anıları, yakılan köylerinin hikayeleri ile büyüdüler. Kürt çocuklar öfkeliler, onlardan esirgenen şeyler için kızgınlar. Kaybettiklerini, köylerini, evlerini, ağabeylerini, babalarını geri istiyorlar. Hiç sahip olamadıkları “çocukluk haklarını” istiyorlar. Onlara bu yaşamı reva görenler hesap versin istiyorlar. Geçmişin ağır yüküyle taşı olanca şiddetiyle fırlatıyorlar.   

Kürt çocukların ellerinde  taş var, çünkü hayat gerçekleridir bu şiddet.

20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Günüydü. Biz Kürtler kutlamadık.

Nurcan Baysal
21.11.2013, Diyarbakır




Thursday, November 21, 2013

Korucu Çocukları: “Biz Hainiz Artık”

Korucu Çocukları: “Biz Hainiz Artık”

*As published in BIANET on 20/11/2013





Geçen hafta DİSA’nın (Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü)  yayınladığı “Geçmişten Günümüze Türkiye’de Paramiliter Bir Yapılanma- Köy Koruculuğu Sistemi”[1] başlıklı kitabın sunuş toplantısından sonra DİSA’ya babası yıllardır korucu olan bir üniversite öğrencisinden mektup geldi. Mektubu yazan kişi bu sistemden zarar görmüş bir Kürt genci olarak bizlere yazdığını söylüyor, DİSA’nın yaptığı çalışmanın onlar için ne kadar kıymetli olduğuna vurgu yapıyordu. Mektup şöyle devam ediyordu:

“Babam yaklaşık 20 yıldır geçici köy korucusudur. Devletin bu kirli sistemle bize dayattığı bu trajediyi ancak üniversiteye geldikten sonra fark edebildim. Babamın taşıdığı o silahı her gördüğümde utancımdan yerin dibine giriyorum ardından bu sisteme ve bize bunu dayatanlara lanet ediyorum…”

Koruculuk sisteminin çocuklar üzerindeki etkisi, düşündüğümüzden çok daha vahim. 2011 yılında, o zamanlar çalıştığım bir korucu köyünde çocuklarla yaz okulları yaparken ilk fark etmiştim sistemin çocuklar üzerinde yarattığı travmayı. Babası korucu olan ve olmayan çocuklardan oluşan bir koro kurmuş, boş bir ahırda bu çocuklarla günlerce çalıştıktan sonra Kardeş Türküler’in de desteğiyle konserler verebilmiştik. Aylarca beraber çalışıp, birbirimizin sırdaşı haline geldikten sonra bile, konu koruculuktan açıldığında çocukların dillerine sessizlik gözlerine hüznün hakim olduğunu gözlemlemiştim. O zaman anlamıştım bu çocukların babalarının işini ömür boyu taşınılacak bir utanç olarak gördüklerini. Ben de onlarla susmuş, şarkılarla konuşmayı öğrenmiştim o yaz.

DİSA’nın araştırmasını okurken tekrar aklıma düştü o çocuklar. Korucu çocukları kendilerine ait olmayan bir kararın bedelini toplumsal ilişkilerden dışlanarak ödüyorlar. Kendi akrabaları bile onlarla ilişkiyi kesiyor, cenaze ve düğünlere gidemez oluyorlar. “Dayımlar bile korucu olduğumuzdan beri bizi sevmiyorlar”[2] diye anlatıyor bir korucu çocuğu bu durumu.  Bu dışlanma sadece köy ve akrabalarla sınırlı kalmıyor, çoğu zaman bu çocukları gittikleri her yerde takip ediyor. Bu nedenle de korucu çocuğu olduklarını çoğunlukla gizliyorlar. Bir korucu çocuğu bu durumu şöyle anlatıyor:

“… Liseyi Mardin’de merkezde okudum ve orda okurken sıkıntılarım oldu. Ve orda koruculuğun daha sıkıntılı bir uğraş olduğunu anladım. Ben korucu çocuğu olduğumu kimseye söylemek istemiyordum, çünkü ben ‘korucu çocuğuyum’ dediğimde kavga çıkabiliyordu. Laf, hakaret işitiyordum. ‘Siz hainsiniz’ diyorlar. Sonra artık korucu çocuğu olduğumu gizlemeye çalıştım. Koruculuk boş bir şeydir. Ben asla korucu olmayı istemiyorum. Babamın operasyonlara gittiğini hatırlıyorum. Ben çok kötü etkilenmiştim.” [3]

Bugün korucu çocuklarının çoğu koruculuk sistemine ve babalarının korucu olmalarına karşı çıkıyorlar. Özellikle mevsimlik işçilik ve/veya okumak için bulundukları köylerden çıkarak büyükşehirlere giden korucu çocukları babaları ile bu konuda restleşiyorlar. 2013 Nisanı’nda yeni korucu alımlarının gerçekleştiği bir dönemde, bir korucu köyünde şahit olmuştum bu duruma. İstanbul’un varoşlarında işçilik yapan eski bir korucu başının çocuğu babasını aramış ve bir daha kendi halkına karşı eline silah alırsa O’nu hiç affetmeyeceğini, karşısında önce kendisini bulacağını söylemişti. Bunun üzerine, eski korucu başı olan baba yeni gelen koruculuk teklifini kabul etmediği gibi köylülerin büyük bir kısmının da koruculuğu kabul etmesini engellemişti. Korucu babalar okuyan, çalışmaya giden ve politikleşen çocuklarından çekinmeye başlamışlardı. Koruculuk sisteminin içinde sistemin zararlarını görerek  büyüyen bu çocuklar babalarının kendi halklarına karşı ellerine silah almalarını kabullenemiyorlardı. Artık kendi çocukları korucuların karşısındaydı.

Bugün Türkiye’de 46 binin üzerinde geçici (yani hem silah taşıyan hem de maaş alan), 20-25 bin arası da gönüllü (maaş almayan ama silahlı) köy korucusu var. Bölge kırsalında ortalama çocuk sayısının 6-7 arasında olduğunu düşünürsek bugün 400-500 bin arası çocuğun bu sistemden direkt etkilendiğini söyleyebiliriz. Yine emekli olan, ayrılan, atılan, ölen korucuları da dikkate aldığımızda korucu çocuklarının sayısı milyonu rahatlıkla geçiyor. Yıllarca babalarının gittiği operasyondan canlı dönüp dönmeyeceğini bekleyen, kendilerinin vermediği bir karar yüzünden kendi toplumundan dışlanan, ayrımcılığa uğrayan, hakaret gören, travma yaşayan, “hain” ilan edilen bu çocuklar ne olacak? Sistemin tasfiyesi sürecinde dikkat edilmesi gereken bir konu olarak önümüzde duruyor.

Nurcan Baysal
17.11.2013, Diyarbakır




[1] Özar&Uçarlar&Aytar(2013); Geçmişten Günümüze Türkiye’de Paramiliter Bir Yapılanma- Köy Koruculuğu Sistemi, Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü.
[2] A.g.y., sf. 161.   
[3] A.g.y., sf. 167.

Friday, November 15, 2013

Göz göre göre “Kürt Sorunu”

Göz göre göre “Kürt Sorunu”

*As published in Star Newspaper on 02.11.2008

Bugün, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun içinde bulunduğu sosyo-ekonomik durumu tek boyutlu bir analiz ile açıklamak mümkün değildir. Kimileri mevcut duruma ‘Kürt sorunu’, kimileri ‘azgelişmişlik sorunu’, kimileri ise ‘demokratikleşme sorunu’ …gibi çeşitli tabirlerle yaklaşmaktadır. Oysa, önümüzde duran sorun çok boyutlu bir sorundur. Tarihsel, politik, ekonomik ve coğrafi boyutları ile ele alınmalıdır. Ancak, tüm bu çok boyutluluk içinde bu sorununun bir Kürt sorunu olduğu hiçbir zaman ikinci plana atılmamalıdır.

Bölgenin sosyo-ekonomik gelişmişliği açısından öncelikle üç noktaya açıklık getirmek gerekir. Birincisi, Bölgenin şu an Türkiye’nin en az gelişmiş illerinden oluşuyor olmasını  tarihsel bir perspektif içinde ele almak gerektiğidir. Uluslararası dinamiklerin etkisiyle, Ortadoğu’da büyük güçlerin oynadığı roller, savaşlar, ticaretin ve petrolün değişen önemi bulunduğumuz Bölgenin tarih içinde ekonomik konumunu değiştirmiştir. Bölgenin jeopolitik açıdan değişen rolü ekonomik konumunu da etkilemiştir. Tarihsel açıdan bir diğer önemli konu  ise, Cumhuriyetin kuruluşunu takiben Türkiye’nin “ekonomik kalkınma”  modelinin merkezi kalkındırmaya yönelik olduğudur. Bu modelin sonucu olarak da taşra geri planda kalarak gelişme ivmesini kaybetmiştir. Kısaca söylemek gerekirse, Bölge illeri kadar olmasa da Anadolu’nun birçok başka ilinin de Cumhuriyetin kuruluşunu takiben bir gerileme yaşamıştır.

Zorunlu Göçün Etkisi

Bölgenin sosyo-ekonomik geri kalmışlığı açısından ikinci önemli nokta ise, yine tarihsel kökenleri olan bir konu olan Kürt sorunudur. Kürt sorunu nedeniyle, uzun yıllar boyunca, bir yandan Bölgedeki kaynaklar yok edilmiş, diğer yandan da Bölgeye kaynak verilmemiştir. Bölgedeki ormanlar, meralar, köyler “güvenlik” gerekçesiyle yakılmış, buna karşılık Bölgeye yönelik açılan  ‘ekonomik paketler’ den Doğu ve Güneydoğu’ya ne yapılan zararı tazmin edici ne de bölgesel gelişmeyi tetikleyici kaynak verilmemiştir. Sosyo-ekonomik geri kalmışlığın nedeni olarak Kürt sorunu çerçevesinde görmemiz gereken bir diğer nokta da son 20 yıldır Bölgede devam eden çatışma ortamı ve zorunlu göçtür. Bu çatışma süreci Bölge ekonomisini çok ciddi boyutlarda sarsmıştır. Göç ettirme politikaları ile yerinden edilen bu nüfus Bölgedeki mevcut nüfusa eklemlenmiş, böylelikle Bölge illeri yerel yönetimleri, altyapılarının ve hizmet olanaklarının kaldıramayacağı kadar yüksek bir nüfusla karşı karşıya kalmışlardır.

Rakamlar yalan mı?

1980’lerden başlayarak Türkiye’nin uyguladığı neo-liberal ekonomik politikalar, özellikle tarım ve hayvancılığı çok hızlı bir biçimde dönüştürmektedir. Bu dönüşüm farklı biçimlerde Türkiye’nin her bölgesinde hissedilmektedir. Ancak içinde bulunduğumuz Bölgenin ekonomisi yoğunlukla tarım ve hayvancılığa dayandığı için bu dönüşümün olumsuz etkileri en çok bu Bölgede hissedilmektedir. Bu dönüşümden olumsuz etkilenen kesimler için destek politikaları ise ya yoktur ya da varolan uygulamalar küçük köylüyü ve de küçük işletmeleri koruyamamaktadır. Yani, küreselleşmenin yarattığı eşitsiz gelişme de Bölge ekonomisini olumsuz etkilemiştir ve halen etkilemeye devam etmektedir.

Başta Kürt sorunu olmak üzere,  içinde bulunduğumuz Bölge’nin uluslararası konumundan ve Türkiye’nin küreselleşme sürecinden kaynaklanan sorunlar, hep birlikte, kendi dinamikleri ve birbirleriyle etkileşimleri yoluyla sorunları katmerleştirerek Bölgenin durumunu gittikçe ağırlaştırmaktadır.

Tüm bunların sonucu olarak bugün Bölge İlleri Türkiye’nin en yoksul 20 ilidir. Bu gerileme tüm Cumhuriyet tarihi boyunca devam ettiğini ,  çatışmaların yoğunlaştığı 1980 sonrasında daha da hızlandığını rakamlar gösteriyor.  GAP Projesine rağmen her geçen yıl Bölge illerinin aleyhine işlemiştir.  DPT’nin sosyo-ekonomik gelişmişlik sıralamasına göre; Diyarbakır, 1996'da gelişmişlik sıralamasında 57. sırada iken, 6 basamak gerileyerek 2003'te 63'ncü sıraya gerilemiştir. GAP'la şahlanması beklenen Şanlıurfa, tam 9 basamak gerileyerek 68'nciliğe düşmüştür. Van, 7 yılda 8 basamak gerilemiştir. Diğer illerin durumu da farklı değildir. Batman 65’ten 70. sıraya, Mardin 66’dan 72. sıraya, Siirt 68’den 73. sıraya , Şırnak 75’ten 78. sıraya, Hakkari 70’ten 77. sıraya, Bitlis 71’den 79.sıraya, Muş 76’dan 81. sıraya gerilemiştir.

Yine yukarıda bahsettiğim nedenlerin diğer bir sonucu olarak bugün Bölgede had safhada yoksulluk ve işsizlik mevcuttur. Bölge’de özellikle 1980 sonrasında işsizliğin ve yoksulluğun kalıcı, sürekli ve yaygın bir boyut kazandığını görmekteyiz. Bu Bölgede yaşanan yoksulluk, ülkenin diğer yerlerinde karşı karşıya kalınan yoksulluktan çok daha derindir. En iyimser tahminle Bölgede ikamet eden nüfusun %60’ının yoksulluk sınırı altında yaşandığı söylenmektedir. Sadece Diyarbakır’da 617.000 Yeşil Kart sahibi vardır, bu Diyarbakır nüfusunun %41’ini tekabül etmektedir.

Bu yoksulluk ve işsizlik durumunu yaratan önemli nedenlerden biri de çatışma  ortamı ve zorunlu göçtür. Son 20 yıldır bu bölgede devam eden çatışma ortamı, 15 yıllık OHAL uygulaması ile dönüm noktasına ulaşmıştır. Bugün Bölge nüfusunun %70’e yakınının gençlerden oluştuğunu düşünürsek,  Güneydoğu’da yaşayan nüfusun çoğunluğunun bu çatışma ortamı sırasında doğmuş  ve tüm yaşamları boyunca bir şekilde çatışma ortamından etkilenmiş bir nüfus olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz. Yoğunlukla 1990-95 arası yaşanan zorunlu göç, bu çatışma ortamının koşullarını daha da zorlaştırmıştır. Zorunlu göçten resmi rakamlara göre 953.680 kişi, sivil toplum örgütlerine göre ise 1,5-3 milyon arasında bir nüfus etkilenmiştir.

Aidiyet hissi zayıflıyor

Zorunlu göçle ülke geneline yayılmış olan nüfusun büyük çoğunluğu gittikleri kentte hiçbir kamusal destek görmedikleri için büyük zorluklarla karşılaşmışlar, yerleştikleri gecekondu mahallelerinde toplumun dışına itilmişlerdir. Zorunlu göç mağdurlarında aidiyet duygusu çökmüş, zaten zayıf olan vatandaş – devlet ilişkisi giderek kopma noktasına gelmiştir. Zorunlu göçün üzerinden yaklaşık 15 yıl geçmesine rağmen, tüm bu süre zarfında ne Bölge’nin kentlerinde ne de diğer Batı kentlerinde yaşayan zorunlu göç mağdurlarının yaşam düzeylerini yükseltmek için kamunun uyguladığı ciddi bir program bulunmamaktadır. 2006 yılında Kalkınma Merkezi tarafından Diyarbakır’da zorunlu göç mağdurlarına yönelik yapılan bir araştırma sırasında bir göç mağduru “göç sırasında destek gördünüz mü?” sorumuza şöyle cevap vermişti: “Kimseden destek görmedik. Devlet biz yokmuşuz gibi davrandı.”

Maalesef bugün zorunlu göçün üzerinden 17 yıl geçmiş olmasına rağmen, bu davranış biçimi çoğunlukla devam etmektedir. Sonuç olarak, zorunlu göç mağdurları eğitimsizliğe, işsizliğe mahkum edilmişlerdir; ne köylerine dönebilmekte, ne de kentlerde tutunabilmelerine olanak sağlanmaktadır.

Tüm bu tablo Bölge halkında geleceğe yönelik beklentileri de kötüleştirmiştir. Diyarbakır Yerel Gündem 21’in yaptığı bir araştırmaya göre, gelecekten beklenti ile ilgili sorulan soruya   Diyarbakır nüfusunun % 50.8 “hiç birşey değişmeyecek”, % 25 ise “daha kötü olacak” yanıtını vermiştir. Bu da şunu göstermektedir ki Bölge halkı gelecekten umutsuzdur.

Bölgenin geri kalmışlığını gidermek için ne tür adımlar atıldığına bakacak olursak; 1970'lerden bu yana uygulanan 'Kalkınmada Öncelikli Yöreler',  'Bölge Planları'  ve GAP gibi uygulamalara rağmen bu Bölgede gerekli kalkınma hamlesi başlatılamadığını görürüz. Şu ana kadar devletin, Bölgeye, bölgesel eşitsizlikleri ortadan kaldırmaya yönelik kalkınma adına yaptığı en önemli proje GAP projesidir. GAP projesindeki gerçekleşmelere baktığımız zaman enerji ile ilgili yatırımların gerçekleşme oranı yüzde 95 iken, sulama yatırımlardaki oran halen yüzde 15‘ler civarında olduğunuz görürüz. Yani GAP projesinde, Bölgeye asıl faydası olacak sulu tarımın yaygılaştırılması için gerekli yatırımlar ikinci plana itilmiş, ulusal bir ihtiyaç olan enerjiye öncelik verilmiştir. Üstelik, gerekli altyapı yatırımları yapılmadığı için enerji üretiminden de Bölge yeterince yararlanmamaktadır.

GAP’a bağlanan ümit

Haziran 2008 tarihinde açıklanan yeni GAP Eylem Planı da maalesef bölgelerarası gelişmişlik farkını ortadan kaldıracak nitelikte bir plan değildir. Nitekim plan dahilinde ilk uygulamalardan biri olan SODES (Sosyal Destek Programı) çerçevesinde GAP illerinde Valilikler kanalıyla yapılan keyfi uygulamalar, ve Eylem Planında “eylem” olarak belirtilen, ancak aslında bütçesi öngörülmeyen (içmesuyu, kanalizasyon, arıtma tesisleri..gibi) aktivitelerden Planın düzgün uygulanamayacağına ilişkin birçok ipucu şimdiden mevcuttur.

Bölge için hazırlanan ekonomik paketlere baktığımızda, 1985 sonrası birçok ekonomik paketin açıklandığını görüyoruz. Yine tüm bu paketlerde Bölgeye ayrılan bölümün aslan payının GAP çerçevesindeki enerji yatırımlarına gittiğini görüyoruz. Teşvik belgelerine baktığımız zaman da, alınmış teşvik belgelerinin ne kadarının gerçekleştirilmiş olduğu hakkında elde veri mevcut olmamasına rağmen il ve bölge bazında kaç teşvik belgesi verildiği ve yapılacak yatırımlarla ilgili bazı bilgileri içeren istatistikler mevcuttur. Buna göre 2004-2007 yılı arası    Marmara Bölgesi’ne verilen teşvik belgesi sayısı 2.543 iken, bu rakam Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde 526’ya , Doğu Anadolu’da ise 361’e inmektedir.  Hem teşvik belge sayısı hem de yatırımlar için öngörülen sabit yatırım tutarı toplamı açısından baktığımızda, Doğu Anadolu son sırada yer almakta onu Güneydoğu Anadolu takip etmektedir. Teşviklerin dağılımındaki bu eşitsizlik, mevcut bölgesel farklılıkları daha da keskinleştirmiştir.

Yoksulluk derinleşiyor

Bugüne kadar hiçbir politik parti ve hükümet Bölgenin sosyo-ekonomik sorunlarını çözmeye yönelik ciddi bir politika geliştirmemiştir. Kürt partiler de daha çok politik  taleplere odaklanmış, bu sorunu göz ardı etmişlerdir.
AKP hükümeti de, şimdilerde,  sık sık, daha önceki hükümetlerin yaptığı gibi ‘Doğu’nun ekonomik kalkınmasını’ dillendirmeye başlamıştır. Ancak rakamlar son hükümet döneminde de durumun daha öncekilerden farklı olmadığını göstermektedir. Birbiri ardına açıklanan ekonomik paketler, “GAP’a yatırım getireceğiz” söylemleri, bir türlü uygulamaya konulmayan ‘atılım hamleleri’, yardım adı altında siyasilerin direktifleriyle Doğu’ya yollanan etler….Sonuç: Bölge illerinde işsizlik ve yoksulluk daha da derinleşiyor. “Güvenlik” gerekçesiyle yapılan uygulamalar ve neo-liberal politikalar sonucu köyünde çalışarak geçimini sağlayamayan insanlar,  artık  pamuk, fındık toplamaya başkalarının tarlalarına giderek de yaşamlarını sürdüremez duruma geldiler. Bölgenin çocukları, çaresizlikten Batı’daki büyük kentlerin çöplerini toplamaya gönderiliyor. Köyler boş, okul yok, okul olsa da öğretmen yok, yol yok, zorunlu göçle kentlere gelenler hala sokaklarda…. 
Öyle anlaşılıyor ki yetkililer ya bu resmi görmek istemiyorlar, ya da gıda, kömür, Yeşil Kart gibi yardımlarla bu işi çözebileceklerini düşünüyorlar.  Kürt sorunu çözülmeden bu Bölge’nin sosyo-ekonomik gelişme sürecine girmesi mümkün değildir. Öte yandan ise, bütüncül, programlı ve kararlı sosyo-ekonomik gelişme politikalarının Kürt sorununun politik çözüm sürecine katkıda bulunacağı kesindir. 





Güneydoğu'da Yapılması Gerekenler

Güneydoğu'da Yapılması Gerekenler

*As published in Radikal Newspaper on 14.10.2008 

Bugün genel olarak Türkiye’de özel olarak da Güneydoğu Bölgesinde kalkınma tartışmaları içinde kırsal alanla ilgili konular maalesef yerini bulamamaktadır. Bunun birkaç nedeni olduğunu düşünüyorum:  Bunlardan biri kırsal nüfusu eninde sonunda şehre göç edecek nüfus olarak görmemiz, diğeri ise Bölgedeki şehirlerin kent merkezlerinde ve  varoşlarında o kadar çok sorun var ki ister istemez onlara daha çok yoğunlaşıyor olmamızdır. Son olarak kırsal alan sabır ister, dönüşümü sağlamak kırsalda çok uzun yıllar ister, bizler ise hemen sonuç alabileceğimiz konulara eğilmeyi yeğliyoruz. Tüm bu nedenlerle kalkınmanın çok önemli bir ayağı olan kırsal kalkınma gerek devletin, gerek belediyelerin gerek sivil toplum olarak bizlerin ihmal ettiği önemli konulardan biridir bu Bölgede.


Doğu ve Güneydoğu’ya baktığımız zaman Bölge nüfusunun yaklaşık yarısının kırsalda yaşadığını görüyoruz. Ancak yine istatistikler Doğu ve Güneydoğu’daki kırsal alanların Türkiye’deki en yoksul Bölgeler olduğunu söylemektedir. Bölge’nin yoksul nüfusunun yaklaşık %60’ı kırsal alanda yaşamaktadır. Tarım halen kırsal alanda istihdamın çoğunu teşkil etmektedir.  Tarım sektöründe ciddi anlamda gizli işsizlik mevcuttur ve insanlar kentlerde ya da tarım dışı sektörde iş arama yolunu seçmişlerdir. Bölge kırsalından Bölgenin metropol kentlerine yoğun göç devam etmektedir.

Doğu ve Güneydoğu Kırsalı


Bölge kırsalında birçok sorun mevcuttur. Bunun başlıca 2 nedeni vardır: Bunlardan ilki 1980’lerden başlayarak Türkiye’nin uyguladığı neo-liberal ekonomik politikalar, özellikle tarım ve hayvancılığı çok hızlı bir biçimde dönüştürmektedir. Bu dönüşüm farklı biçimlerde Türkiye’nin her bölgesinde hissedilmektedir. Ancak içinde bulunduğumuz Bölgenin ekonomisi yoğunlukla tarım ve hayvancılığa dayandığı için bu dönüşümün olumsuz etkileri en çok bu Bölgede hissedilmektedir.

Kırsaldaki vahim durumun ikinci önemli nedeni ise, son 20 yıldır Bölgede devam eden çatışma ortamıdır. Bu çatışma süreci Bölge ekonomisini çok ciddi boyutlarda sarsmıştır, yine getirilen mera ve yayla yasakları ile Bölgede hayvancılık durma noktasına gelmiştir. Buna yoğunlukla 1990-95 arası yaşanan zorunlu göç de eklemlenince Bölge kırsalı iyice boşalmış, kaynaklar yok edilmiş, insanlar üretimden kopmuş ve üretim yerine mevsimlik işçi, inşaat işçisi ya da çöp toplayıcı olmak üzere Batıya gitmeye başlamıştır. Zorunlu göç aynı zamanda kırsalda birçok potansiyelin atıl kalmasına da yol açmıştır.

Yani kısaca , 90’larda neo-liberal politikalarla zorunlu göçün kesişmesi Bölge kırsalını büyük bir darbe vurmuştur. Bugün Doğu ve Güneydoğu’da sigorta şirketleri hayvanları bile sigortalamamaktadırlar. 

Bölge kırsalının sorunları

Temel altyapı sorunları kırsal alanların büyük bir kısmında devam etmektedir. Bu konuda Bölgede resmi rakamlarla ifade edilen durum gerçekle pek bağdaşmamaktadır. Resmi kayıtlarda suyu, yolu ve elektriği olduğu belirtilen köylere gittiğimizde halen birçok köyün içme suyu ve asfalt yolu olmadığı gözlenmektedir. Yine köylerin birçoğunun elektrik altyapısı olmakla beraber kalitesi çok düşüktür.

Kırsal halkın eğitim düzeyi en ciddi sorunların başında gelmektedir. Geçmiş yıllarda bazı yerleşimlerde okul olmaması, okul olan bazı yerleşimlerde de okulların kapalı kalması nedeniyle okuryazarlık oranı düşük kalmıştır. Son yıllarda“Şartlı Nakit Transferi“ kapsamında yoksul öğrenciler için verilen maddi katkı nedeniyle okullaşmada bir artış olmasına rağmen, özellikle 5.sınıftan sonrasını kapsayan II. Kademe okullara, ekonomik, sosyal ve coğrafi nedenlerden dolayı kızların çoğu devam etmemektedir.

 Kırsal alanda yalnızca tarımsal üretim yaparak yaşamını sürdüren aileler giderek azalmaktadır. Geçmişte bitkisel üretim veya hayvancılık başlıca geçim kaynağı iken, son yıllarda mevsimlik işçilik pek çok yerleşimde en önemli geçim kaynağı haline gelmiştir. Çalışmak üzere il dışına yapılan göçe, aileden hayvan ve arazilere bakacak birileri bırakılıp, ailenin çalışabilecek diğer tüm fertleri katılmaktadır. Genel olarak ilkbaharda başlayan bu süreç, pamuk hasadının bitmesi ile sona ermektedir. Ağustos ayı öncesi mevsimlik göçe daha çok genç erkekler katılmakta ya inşaat işleri için değişik illere veya çöp toplamak üzere büyük illere gitmektedirler. Çöp toplama işine gençlerin yanı sıra yoğunlukla çocuklar gitmektedir. Çöp toplamaya giden bu gençler ve çocuklar takatleri tükenince köye dönmekte bir süre dinlendikten sonra tekrar işlerinin başına gitmektedirler. İnşaat işlerinde çalışanlar ise kış aylarında eve gelmekte, diğer zamanlarda ise çalışmaya gitmektedirler. Bölge dışına çalışmak üzere gitmeyen ailelerin tamamına yakını il içinde günübirlik işçilik ile bu çalışma sürecine katılmaktadır.

Üretim anlamında baktığımızda 2003 yılından itibaren başlayan sulama ile beraber pamuk tarımının, Güneydoğu’da  hemen hemen tek ürün haline geldiğini görüyoruz. Yoğun yapılan pamuk tarımının da etkisiyle kırsalda hızlı bir şekilde erozyon yaşanmakta, toprağın kalitesi giderek düşmektedir. Doğu Anadolu’da ise başat kırsal ekonomik faaliyet hayvancılıktır. Ancak mera ve yayla yasakları, dışarıdan kaçak hayvan girişi, orman alanlarının daralması gibi nedenlerle eskiden hayvancılığın en önemli olduğu alanlardan biri olan Doğu Anadolu’da, şimdi hayvancılık ölmek üzeredir. Bugün Doğu Anadolu’da kurulan mandıralar süt bulamamaktan şikayet etmektedirler.

Kırsaldaki tüm bu olumsuz tabloya rağmen, bugüne kadar iktidara gelen hükümetlerden kalkınma konusunda Bölge sivil toplum örgütleri olarak taleplerimiz daha çok  GAP sulama kanallarının tamamlanması, Bölgeye teşviklerin getirilmesi, turizm yönünden Bölgenin desteklenmesi, OSB’nin altyapısı konularında olmuştur. Bütün bu taleplerin arkasında varolan en önemli konu bölgenin üretim potansiyelini geliştirecek önlemlerin  ivedilikle alınması olmalıdır.  Buradaki nüfusun insan onuruna yarışır bir şekilde yaşayabilmesi için tekrar toprakla bağını kurmak öncelikli olmalıdır.








Korucuların Ortak Görüşü: Devlet Bizi Kullandı

Korucuların Ortak Görüşü: Devlet Bizi Kullandı

*As published in BİANET on 10/11/2013




Koruculuk sistemi 1985 yılında kurulduğu günden bugüne Türkiye’de oldukça tartışılan bir konu oldu. Sistem kamuoyunda bugüne kadar daha çok korucular tarafından işlenen suçlarla gündeme geldi. Bunun dışında koruculukla ilgili bilgi oldukça az. Kimdir bu korucular? Nasıl yaşarlar? Neden ve nasıl korucu oldular? Kürt toplumunda korucu çocuğu olmak ne demektir? Korucuların kendileri koruculuk sistemi hakkında ne düşünüyorlar? Sistemin kaldırılmasını talep ediyorlar mı? Geleceğe nasıl bakıyorlar?
DİSA’nın (Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü) 2 yıldır yürüttüğü Koruculuk Araştırması korucuların pek de bilinmeyen bu yönlerine ışık tutması anlamında çok kıymetli. 9 Kasım’da Diyarbakır’da düzenlenen bir toplantı ile “Geçmişten Günümüze Türkiye’de Paramiliter Bir Yapılanma- Köy Koruculuğu Sistemi” isimli araştırma kitabının yazarlarından ikisi  Şemsa Özar ve Nesrin Uçarlar araştırma sonuçlarını aktardılar.
Araştırmadan çıkan en önemli bulgulardan biri korucuların homojen ve tek tip olmadıkları. Nitekim ellerine silahı ilk nasıl aldıklarından da bunu anlayabiliyoruz. Korucuların bir kısmı silahı ellerine gönüllü almış bir kısmı zorla. Kimi insanlar jandarma baskısı ve köylerini terk edemedikleri için istemeyerek koruculuğu kabul ediyor, bazıları yanlış bilgilendirme sonucu bunu bir bekçilik sistemi olarak değerlendirip eline silahı alıyor. Kimisi PKK’ye karşı silahı alıyor, kimisi “düşman” aileler karşı üstünlük sağlamak amacıyla alıyor. Yine koruculuğu “memuriyet” gibi görerek, sağlayacağı maddi çıkar ve sosyal güvenceden dolayı alanlar olduğu gibi  yoksulluk ve geçim derdi nedeniyle silahı alanlar da olmuş. Ancak özellikle çok büyük korucu grupları “devlet yanlısı” olan aşiretler tarafından oluşturulmuş. Koruculuk, bu aşiretlere yaptıkları yasadışı işlere devlet tarafından göz yumulmasını sağladığı gibi silaha da yasal yoldan ulaşma imkanı da veriyordu.
Nitekim bugün korucular ve aileleri, koruculuk sistemini sorgularken veyahut  sistemin geleceğine ilişkin düşüncelerini belirtirken de bu  farklılıklar su yüzüne çıkıyor. Korucuların bir kısmı, özellikle de zorla korucu yapılanlar sistemin en kısa sürede kaldırılmasını istiyor. Bir kısım korucu ise sistemin kaldırılması için önce can güvenliği, iş ve özlük haklar talep ediyor. Diğer yandan, özellikle çeşitli suçlara bulaşmış, elindeki silahla insanlara zarar vermiş olanların bir kısmı ise silahı bırakmaya hiç niyetli değiller. Silahın verdiği nüfuz ve gücün devamını istiyorlar. Bu farklı korucu gruplarının hepsinin ortak görüşü ise “devlet bizi kullandı” düşüncesine sahip olmaları.
Toplantıda Nesrin Uçarlar koruculuk meselesine devletin bakışını çok "erkek" bulduğunu, özellikle son 30 yıllık Meclis tutanakları incelendiğinde devletin koruculuk sistemiyle ilişkisini “tecavüz sonucu ortaya çıkan gayri meşru çocuğu nüfusuna aldırmaya çalışan bir baba” olarak gördüğünü belirtiyor. Öte yandan, Şemsa Özar’ın korucularla yapılan görüşmelerden aktardığı sözlere baktığımızda “bu gayrimeşru çocuğun da babayı hiç benimsemediğini” rahatlıkla söyleyebiliriz. Görüşülen korucuların hemen hemen hepsi devletin onlara “ikinci sınıf vatandaş” muamelesi yaptığını, “devlet babanın” gayrimeşru çocuğunu keyfice ve  usulsüzce kullandığını belirtiyorlar. Bir korucu bu durumu şöyle açıklıyor:
“Askeriye yeri geldiğinde iyi davranıyor, yeri geldiğinde baskı yapıyor, hakaret ediyor. Koruculuğun bize hiç faydası olmadı, ama alıp götürdüğü çok şey oldu. Bu sistem batık durumda” [1]
Bu “batık sistem” maalesef muhalefetteyken her partinin kaldırmayı vaad ettiği, ancak iktidara geldiğinde  kaldırmak için çaba sarf etmediği, hatta aşiret ilişkilerinden dolayı yararlanmaya çalıştığı bir sisteme dönüşmüş durumda. Nitekim AKP de, parti programında koruculuğun tasfiyesi olmasına rağmen, 12 yıldır bu konuda bir adım atmadığı gibi  yeni korucu alımlarına da devam etti. Barış sürecinin başladığı, silahların sustuğu 2013 yılı başlarından sonra da bu alımların devam etmesi bu sürece olan kuşkuları da arttırmakta. Silahlar sustuysa neden Kürt köylüler halen kendi çocuklarına karşı silahlandırılmaya çalışılıyor? Devlet acaba koruculara başka bir misyon mu yüklemeyi düşünüyor?








[1]  Özar&Uçarlar&Aytar(2013); Geçmişten Günümüze Türkiye’de Paramiliter Bir Yapılanma- Köy Koruculuğu Sistemi, Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü, sf. 154.                                                           

Sunday, November 3, 2013

ONLAR DİYOR "SİZ YOKSUNUZ", BİZ DİYORUZ "BİZ VARIZ"

BİZ VARIZ

*As published in Bianet on 02.11.2013





Ew Dibêjin “Hûn Tunene”; Em Dibêjin “Em Hene!” [1]
29 Ekim günü, Cumhuriyet’in kuruluşunun 90. yıldönümünde, önünden geçtiğim Diyarbakır Kayapınar Belediyesi Huzurevleri Eğitim ve Kültür Evi’nin önünde gördüm bu yazıyı. Yoksul Huzurevleri semtindeki tek katlı Eğitim Evi binasının önünde kocaman bir bez dövizde yazıyordu: Ew Dibêjin ‘Hûn Tunene’. Em Dibêjin ‘Em Hene!’.” Yani “Onlar diyor ‘siz yoksunuz’. Biz diyoruz ‘biz varız’.” 90 yıllık Cumhuriyet’in Kürtler açısından özeti gibiydi bu yazı.
Eğitim binasının hemen ötesinde olan  KURDİ-DER’e (Kürt Dili Araştırma ve Geliştirme Derneği) uğruyorum. Özel aldığım Kürtçe dersleri bitti, Kurdi-Der’in dil kurslarına  kaydolmak istiyorum. Uzun yıllardır Kürt dilinin yaygınlaşması için mücadele veren Kurdi-Der’de ders ve sınıf seçenekleri  kısıtlı. Dernek diğer Kürt dernekleri gibi para bulmakta oldukça zorlanıyor, hocaların çoğu gönüllü çalışıyor. Hocaların gündüzleri başka işler yaptıklarını öğreniyorum. Dernekte çalışan herkes gönüllü, kurslardan çok düşük ücret alıyorlar. Eğitimlerin karşılığını maddi olarak almak iyi olur diyorum dernekte görüştüğüm kişiye. “Kürtçe öğretmenin bizim için hiçbir karşılığı yoktur, değer biçilemez” diyor.” Öte yandan buradaki insanların ekonomik durumu da ortada” diye ekliyor.  Böyle idealist insanlar ve derneklerin mücadelesini görünce “BİZ VARIZ” yazısı kulağımda bir kez daha çınlıyor.
Yoksul Huzurevlerinden  zengin Yenişehir’e devam ederken Qandil fırınının, Havin bakkalın, Amed Kıraathanesinin, Hezal Marketin, Aram Kitapevinin önünden geçiyorum. Yenişehir’de tanklar Diyarbakır’ın caddelerinden geçerek gösterişli bir Cumhuriyet yürüyüşü gerçekleştiriyorlar. Ellerine Türk bayrağı verilmiş onlarca Kürt çocuk ellerindeki bayrakları geçen askerlere ve tanklara sallıyorlar. Belediyenin turuncu iş elbiseli işçileri tören alanını sessizce temizliyorlar. Geçit töreni, sokakta mendil satan, araba camlarını silen, ayakkabı boyayan yüzlerce Kürt çocuğun arasından gösterişli bir şekilde yürüyor.  Surların üstünde keskin nişancıları fark ediyorum. Tören her zamanki gibi Valiliğin önündeki caddeden başlıyor. Diyarbakır’ın ana caddelerinden biri olan bu caddede  kocaman yazıyor: “Ne Mutlu Türküm Diyene!”. Çocukken bu pankartı her gördüğümde “Türk, Mutlu ve Gururlu “olmak isteyişimi hatırlıyorum. İçim burkuluyor. Tankların ve tören geçidinin şaşalı sesi arasında beynimde yankılanmaya devam ediyor az önceki yazı:  “BİZ VARIZ”.
Eski şehre doğru ilerliyorum. Rojava’dan gelen kadınlar, genç kızlar ve çocuklar katılmış yıllardır dilenen diğer Kürt çocukların arasına. Açlar, açıktalar, umutsuzlar, mahzunlar. Ekim onları koruyor, 1 ay sonra ne olacak, nerede yatacaklar? Ara sokaklardan yürüdükçe çocuk ve genç sayısı daha da artıyor. Mardin kapıya doğru gittikçe çocukların yüz ifadeleri de değişiyor. Belli ki bir şeyler çekmişler, ya tiner ya uyuşturucu. Çocukların bakışları herkese “BİZ VARIZ” dercesine öfke dolu ve sert. Bu bakışı tanıyorum: “Biz varız. Sizi bağışlamıyoruz ve çok öfkeliyiz” diyorlar.
Bu arada Aşefçiler Çarşısına geçiyorum. Gümbür gümbür çalan Kürtçe müzik, çarşıda oldukça kötü koşullarda çalışan çocukların, yaşlı kadın ve erkeklerin seslerine karışıyor. Çarşıda yetiştirdiği ot ve yeşillikleri yerde oturup satan birçok yaşlı kadın ve erkek var. Başları yerde, kaldırmıyorlar. “Biz varız ama bizi görme, bakmadan al git” der gibiler. Anlıyorum diğer birçok Kürt gibi zorunlu göçle bu şehre geldiklerini, belki eskinin ağası, beyi, köylerinin ileri geleni olduklarını, bugün yerde ot satmak zorunda kaldıklarını… Dediklerini yapıyorum, yüzlerine bakmadan 2 roka alıp yoluma devam ediyorum. Aklıma yine düşüyor: “BİZ VARIZ”.
90 yılda yüzbinlerce ölüden, binlerce faili meçhulden, boşaltılan ve yakılan binlerce köyden, zorla göç ettirilen, yoksulluğa ve açlığa terk edilen  milyonlarca insandan sonra BİZ VARIZ. Varlığımızı kabul ettirmemiz 90 koca yılı aldı. Bu önemli ama  yeterli mi? Varlığımızın tanınması bize bunca yıl elimizden alınmış olan politik, kültürel ve dil haklarımızı beraberinde getirmiyor maalesef.
Şimdi sıra hak mücadelesinde, BİZ HAKLARIMIZLA VARIZ demekte…
Nurcan Baysal
29.10.2013, Diyarbakır






[1] Onlar diyor "siz yoksunuz", Biz diyoruz "biz varız".

Saturday, November 2, 2013

Kurdish Women: Resilience In The Face Of Double Discrimination

Kurdish Women: Resilience In The Face Of Double Discrimination


(Interview with Handan Çağlayan and Nurcan Baysal)

Kurdish women's rights activists at the Mesopotayma Social Festival
FRIDAY FILE: Kurds living in Turkey mainly inhabit the East and South-East of Turkey. They are the largest ethnic minority in the country and since the establishment of modern Turkey they have been marginalized and oppressed.

This article is part of a series of Friday Files to explore some of the issues and debates related to the AWID 2012 Forum theme and draw the connections between women’s rights issues and economic power.

KIRSALIN YAŞLI BEKÇİLERİ!

KIRSALIN YAŞLI BEKÇİLERİ!

*As published in Radikal Newspaper on 11.01.2009

Çocuklarımız bizi bir somuna değiştiler”
 Bundan yaklaşık 3 ay önce yaptığım İç Anadolu-Batı Karadeniz seyahati sırasında Amasya Göynücek İlçesi Kervansaray köyünden Ayşe Nene, oğullarının ekmek peşine büyük şehirlere çalışmaya gittiğini anlatırken sitemle dile getirmişti bu cümleyi. Söz konusu bölgeyi, hatta neredeyse tüm Türkiye kırsalını gezdiğinizde gözünüze ilk çarpan Ayşe Nene gibi birçok yaşlının tek başlarına köylerinde tutunmaya çalıştığıdır. Maalesef Türkiye kırsalı hızla boşalıyor. Hele ki Karadeniz ve İç Anadolu’nun birçok yerinde bu göç süreci neredeyse tamamlanmış durumda. Kırsaldaki nüfusun çoğunu artık yaşlı nüfus oluşturuyor. Birkaç rakam vermek istiyorum: Yıllık nüfus verilerine baktığımız zaman, kırsal nüfusun Kastamonu’da  %31 , Sinop’ta %36 , Çorum’da %22  ve Amasya’nda %16 gerilediğini görüyoruz. Diğer illerdeki kırsal nüfusun düşüş oranları bu illere yakın[1]. Karadeniz Bölgesinde kırsal nüfusu artan tek il Tokat görünüyor; orada da artış sadece %4.

 Karadeniz’de gittiğim her köyde inatla sorduğum iki soru vardı. Bunlardan ilki: “köyünüzde geçen yıl kaç bebek doğdu?” sorusu idi. Hiçbir köyde 5 bebekten fazla bir rakam söyleyene rastlamadım. Diğeri ise, “köyde 40 yaş altı kaç çiftçi var?” idi. Bu rakam da 10 çiftçiyi geçmiyordu genelde. Yine Sivas-Altınyayla İlçesi Mutubey Köyünden 10 yaşındaki Hilal’e soruyorum, en büyük isteğinin ne olduğunu. Hilal hiç düşünmeden cevaplıyor: “sınıfımız eskiden 20 kişiydi, 13’e düştük, bu yıl daha da gidenler olacak, arkadaşlarım gitmesin istiyorum”.

Bu hızlı göç sürecinin nedenlerine baktığımızda iki ana neden görünüyor: işsizlik ve daha iyi eğitim imkânı. İş için gidenlerin çoğu Ankara, İstanbul, İzmir ve Nevşehir gibi illerde inşaatçılık, fabrika işçiliği, gemi sökümünde çalışıyorlar. Güneydoğu’daki işsizlerle kıyasladığımda bu Bölgelerdeki işsizlerin kalıpçılık, inşaat ustalığı gibi daha yüksek becerileri gerektiren işlerde çalıştığını söyleyebilirim. Türkiye genelinde hızlı bir tur attığınızda işgücünün de ülke genelinde nasıl dolaştığını rahatça gözlemleyebiliyoruz. Bir yandan Karadeniz ve İç Anadolu gibi bölgelerde insanlar iş bulmak umuduyla büyük şehirlere göçerken, diğer yandan bu bölgelerde tarlalardaki ürünü çoğunlukla Güneydoğu’dan gelen Kürt aileler, mevsimlik işçiler kaldırıyor. Kürtlere belli dönemlerde Romanya, İran ve Irak’tan gelen diğer tarım işçileri de katılıyor.

Kırsaldaki göçün diğer önemli bir nedeni ise eğitim. İnsanlar en azından çocuklarına iyi eğitim aldırmak istiyor. Kırsaldaki eğitimin yapısı ve niteliği genel olarak tüm Türkiye genelinde kötü. Köy okullarının çoğunda eğitim tek veya iki derslikte yapılıyor. Kısaca 5. sınıfa giden çocukla 1. sınıfa giden çocuk aynı dersleri alıyor. Bu da tabi kırsalda eğitimden beklentiyi oldukça düşürüyor. Gittiğim köylerdeki köy okullarının çoğu öğrenci azlığından kapanmış durumda idi. Kalan birkaç tane de bir iki yıl içinde kapanacak gibi görünüyorlardı. Ancak burada hemen bu Bölgelerdeki okulların fiziki durumlarının Doğu’daki okulların durumu ile kıyaslanamayacak kadar iyi olduğunu da belirtmek gerekir. Doğu Anadolu’da, ısının eksi 20, eksi 30  derecelere kadar indiği Bölgelerde dahi okulların durumu içler acısıyken ve hepsi sobalı iken, Karadeniz ve İç Anadolu’nun köylerinde  paksiding ile kaplı okullara dahi rastlamak mümkün.

Türkiye kırsalı için acil önlemler almak gerekiyor. Her Bölgenin ihtiyaçlarına göre farklı önlemler alınmalı. Biran önce genç nüfusu kırsalda tutacak önlemleri tüm ülke kırsalında devreye sokmak durumundayız. İnsanların tekrar toprakla bağını kurmak hayati bir görev  olarak karşımızda duruyor.







[1] Tarım Bakanlığı, Karadeniz Bölgesi Tarım Master Planı, 2007 (www.tarimbakanligı.gov.tr )

HAYDİ KIZLAR TARLAYA !


HAYDİ KIZLAR TARLAYA !

*As published in Radikal Newspaper on 12.10.2008

Kız çocukların okullaşması konu olunca Doğu ve Güneydoğu’da bu oranın ülke genelinden çok daha düşük olması çoğu zaman bu bölgedeki geleneksel yapıya bağlanır. Kız çocukların aileleri, daha çok da babaları tarafından okutulmadığı söylenir. Bu durumda, muhakkak ki geleneksel yapı belli bir ölçüde rol oynamaktadır, ancak aynı zamanda birçok istatistik de göstermektedir ki, Doğu ve Güneydoğu kız çocuklarının okullaşması için gerekli altyapıdan yoksundur.

Geçen hafta Doğu’nun sosyo-ekonomik açıdan en kötü verilere sahip illerinden birinde idim. Köylere gittim. Gezdiğim köylerin hemen hemen çoğunda okul yoktu, okul olan köylerde de okullar açılalı epey olmasına rağmen öğretmen yoktu. Çocukların çoğu çamurun içinde ve oldukça soğuk olmasına rağmen lastik ayakkabıları ile oynuyorlardı. Sordum kadınlara neden okulda değil çocuklar diye...Perihan cevap verdi: “Benim 2 kızım var, biri 6 , diğeri 8 yaşında, ikisini de yatılı yolluyorum sadece 5 km. uzaklıktaki okula, çünkü param yok servis tutayım, benim kızlarım daha yıkanmayı bilmiyor, sen 6 yaşındaki çocuğunu yatılı yollar mıydın?”

Perihan’dan sonra çok düşündüm, bu kadar eğitimli olmama rağmen, ben 6 yaşındaki oğlumu okusun diye yatılı okula yollayamazdım.

Devam ettim, “niye yolladın?” Perihan diye sordum, cevabından öfkesi anlaşılıyordu: “kızlarım inadına okuyacak, geri kalmayacak. Ama bak bu köye, hiçbir çocuk okumuyor, ben yine iyiyim çünkü yatılı da olsa okutabiliyorum, ya diğerleri…”

Evet, ya diğerleri… Doğu ve Güneydoğu’yu köy köy gezdiğiniz zaman diğer yerlerde de durumun Perihan’nın köyünden farklı olmadığını görüyorsunuz. Kırsaldaki eğitim tamamen kaymakamların inisiyatifine kalmış durumda. Örneğin, çalışma yaptığımız alanlardan biri olan Diyarbakır Eğil’de okullaşmada hızlı bir yol katediliyor, bunun en büyük nedeni Eğil Kaymakamı’nın köylerde okula ulaşamayan çocukları taşımalı sistemle okula ulaştırması. Öte yandan birçok başka ilçede ise kaymakamların ve öğretmenlerin ilgisizliği, yoksulluk ve yoksunluk gibi sorunlarla birleşince, çocukların hele kız çocukların okula yollanması maalesef oldukça zorlaşıyor.
Kız çocuklarının okullaşması özellikle ilkokuldan sonra daha da zor hale geliyor. Güneydoğu ve Doğu Anadolu Bölgelerinde, kızların okula gönderilmesini teşvik amacıyla yürütülen kampanyaların da etkisiyle, son yıllarda ilkokula devam eden kız çocuk sayısında artış oldu. Bölge genelinde ilköğretimde okuyan kız öğrencilerin sayısı yüzde 30’lar düzeyindeyken, bu yıl yüzde 46’ya kadar yükseldi. Ancak  ilköğretimdeki bu artışa rağmen, ortaöğretimde kız çocukların aleyhinde varolan oran ise hala sürüyor. Bölgede yer alan Diyarbakır, Siirt, Mardin, Şırnak ve Batman’da ortaöğretimde okuyan öğrencilerin yüzde 70’ini erkek öğrenciler oluşturuyor. Ortaöğretim okullarında, Diyarbakır’da 54 bin öğrenciden 19 bini, Siirt’teki 9 bin 500 öğrenciden 2 bin 559’u, Mardin’deki 22 bin 993 öğrenciden 6 bin 837’si, Mardin’deki 16 bin 735 öğrenciden 5 bin 274’ü ve Şırnak’taki 9 bin 428 öğrenciden sadece 2 bin 377’si kız öğrenci. Buna göre, Şırnak’ta ortaöğretimdeki öğrencilerin yüzde 25’i, Siirt’te yüzde 28’i, Mardin’de yüzde 31’i, Batman’da yüzde 32’si ve Diyarbakır’da ise yüzde 35’i kızlardan oluşuyor[1].
Bölgede, ortaöğretimde kız çocukların girmelerinin önünde birçok fiziki engel var. Bunlardan  biri de  yatılı ortaöğretim kız öğrenci yurtlarının azlığı. Bölgede yatılı ortaöğretim kız yurtlarının sayısı çok sınırlı, mevcutların da çoğu hayırseverler tarafından yapılmış. Bu yurtlarda kalan kızların çoğu Hakkari, Diyarbakır, Van ve Muş gibi illerin köylerinden binbir güçlüğü atlatarak gelmiş kızlar. Çoğunun ailesi mevsimlik tarım işçisi ve çoğunlukla kızlar yazın ailelerine eşlik ederek, kendileri de mevsimlik işçi olarak Batı illerine çalışmaya gidiyorlar. Devlet, bu yurtlarda kalan kız öğrencilere aylık 6 YTL harçlık veriyor. Buna ek olarak, yılda bir kırtasiye parası (30 YTL) ve giyim parası (78 YTL) veriliyor. Yol parası olmadığı için bir yıl boyunca evine gidemeyen birçok öğrenci var. Bölgede çeşitli yurtlarda görüştüğüm kişilerden aldığım bilgilere göre, tüm bu koşullara rağmen yurtlara talep çok yoğun, aileler “bir umut kızlarımız okusun” diyor. Bir yurt çalışanın deyimiyle: “Maalesef bir yandan “haydi kızlar okula” derken, diğer yandan kızları gerisin geriye tarlaya yolluyoruz, bizim yurtta sadece 30 kişilik boş yer var, talep 120 kişi, 90 kızı bu yıl köylerine geri yollayacağız”.

Tüm bunlar şunu açıkça ortaya koyuyor, Bölgede devletin eğitimle ilgili yatırımı son derece yetersizdir.  Bir yandan kampanyalar yapılırken, diğer yandan da okulların inşa edilmesi, yeterli sayıda ve nitelikli öğretmenlerin tayin edilmesi, öğrencilere eğitim materyallerinin sağlanması, yurtların yapılması, yoksul öğrencilere maddi destek verilmesi, öğrencilerin beslenmelerinin desteklenmesi gibi devletin sorumluluğunda olan hizmetlerin verilmesi gerekir. Yoksa tüm kampanyalara rağmen bu çocukları kendi ellerimizle tekrar tarlalara yollamış olacağız.






[1] NTV, 13.06.2006

ÊDÎ BES E!

Êdî bes e!*

*As published in Agos Newspaper on 08.02.2008

Henüz bundan iki gün önce, 3 Ocak’ta, oğlum Bawer’i hevesle gidip kreşinden aldım, o gün oğlumu alışverişe götürecektim, ne zaman önce söz vermiştim ona. “Galerya Alışveriş Merkezi’nden başlayalım” dedik. Oğlum sıkıldı, ben alışveriş yaparken onun da bana çok yakın bir mesafede, alışveriş merkezinin dışında, onu görebileceğim şekilde oynamasına izin verdim. Bir yandan arkadaşıma aldığım hediyeyi paketletirken diğer gözüm de oğlumun üstündeydi. Tam o an korkunç bir patlama sesi geldi, patlama sesiyle birlikte elektrikler kesildi. Oğluma seslendim, dışarıdaydı. Ses gelmedi. Ona doğru karanlıkta koştum. Ne olduğunu anlamamıştık; aklıma ilk gelen Diyarbakır’ın ana elektrik trafolarından birinin patlamış olabileceğiydi. Derin bir sessizlik vardı, sanırım bir beş dakika kadar sürdü. Ondan sonra biri “bomba!” diye haykırdı ve alışveriş merkezindekiler panikle dışarıya doğru koşmaya başladı. Daha sonra başka bir ses “alışveriş merkezinin arkasında bomba patladığını” söylüyordu. Herkes çocuğunu arıyordu. Ben Bawer’i bulmuştum, elini sıkı sıkı tutuyordum. Ama yanımdaki kadın benim kadar şanslı değildi; oğlunun alışveriş merkezinin arkasındaki dershanede olduğunu haykırarak koşuyordu.

Akşam geç vakitte eve vardığımızda televizyonlardan bilançoyu öğrendik, dördü çocuk beş ölü, 68 yaralı. 
Oğlumu o gece çok zor uyuttum, sürekli sorular soruyordu: “Anne biz Kürt müyüz?” “Evet oğlum” dedim.

Bundan 26-27 yıl önce aynı soruyu anneme sorduğumu hatırladım. Annem çok kızmıştı. “Tabii ki Kürdüz” demişti. Halbuki ben ‘Kürt olmak’ istemiyordum. Kürt olmak benim için köylü olmakla aynı değerdeydi. Oturduğum binadaki herkes Batı’dan görevli olarak gelen asker, öğretmen, doktor gibi kamu çalışanlarıydı. Henüz beş yaşındaydım ama onlar gibi olmak istiyordum, güzel Türkçe konuşmak, lastik olmayan ayakkabılar giymek, küçümsemeyen, acımayan  bakışlar almak…

‘Kürt olmak’ ne demek ileriki yıllarda daha şiddetli olarak algılayacaktım. 1992 bu bölgede yaşayanlar için kara bir yıldır. O zamanlar 17 yaşında olan benim için de öyleydi. Olaylar herkesin sıçramaz dediği Diyarbakır Anadolu Lisesi’nde de başlamıştı. Ben lisenin haylazlığıyla ünlü edebiyat sınıfındaydım. Bir gün tarih kitapları bahçede toplanıp yakılıyor, diğer gün yürüyüş düzenleniyordu. Hafta sonları dershanelerimize kepenk kapatmalardan dolayı gidemiyorduk. 18 kişilik sınıfımızı yıl sonunda 15 kişi bitirmişti; 3 arkadaşımızı şiddet olayları sırasında kaybetmiştik.

Artık Ankara’daydım Diyarbakırlı bir Kürt olarak. Mülkiye’de olduğum dönemlerde Kürt olduğum için çok zorlanmadığımı söyleyebilirim, ama okulun dışındaki dünya daha farklıydı. Beni en çok rahatsız eden konulardan biri de, ‘orda su var mı, yol var mı, sen gerçekten Kürt müsün? Hiç Kürtlere benzemiyorsun da’ gibi sorulara muhatap olmaktı. Kürtsen ve bir yerlere gelmek istiyorsan daha başarılı olmak durumundasın; bunu ta o zamanlar anlamıştım. Gittiğim her yerde Diyarbakırlı olduğum için kimliğimin daha detaylı incelenmesi dolayısıyla anladığım bir diğer nokta da, ne kadar başarılı olursam olayım bana hep şüpheyle bakılacak olmasıydı.

Bu şüphe daha ileride iş yaşantımda da devam etti. Yapacağım konuşma ve sunuşlar diğer konuşmacılarınkinin aksine hep daha önceden görülmek istendi. En demokratik ve özgür olacağını düşündüğünüz ortamlarda dahi Kürt olduğum için benim söylediklerimin daha önyargılı olarak dinlendiği baskısını üstümde hep hissettim. Artık her bakışı anlayabilir hale gelmiştim. Önceleri “zararsız Kürt” dediler, sonra ‘bu Kürtçe dahi bilmiyor,” “Beyaz Kürt” dediler. Çocuklarımın ismini duyunca “bu PKK’lı” dediler, son olarak da ‘Kürtçü’ olduğum gerekçesiyle yapılan bir ayrımcılıktan dolayı iş hayatıma ara vermek durumunda kaldım.

Bombanın patladığı gün tanıdık bir his beni sardı: Hayatımız kendi ellerimizde değildi. Ben bu topraklarda, kendi topraklarımda, çocuklarımla bir gelecek kurmak istiyordum. Ama bana habire gerek devlet gerek şiddet kullanan tüm taraflar tarafından buraları terk etmem dayatılıyordu. Sanki herkes hep bir ağızdan “git buradan, burada gelecek yok” diyor.

Bugünlerde uzun yıllardır olmadığı kadar umutsuzum. Korkuyorum, çocuklarımın geleceği adına endişeliyim. Kızgın ve kırgınım. Bir yandan üniversitelerde rektör düzeyindeki adamlar dahi hastaları için “Kürttü ama yine de tedavi ettik” derken, diğer yandan birileri ‘bizler adına’ bombalar atıp beş çocuğu öldürebiliyor. İçimden sürekli  “êdî bes e” demek geliyor. Êdî bes e, êdî bes e, êdî bes e…. 

 *Yeter artık!