Sosyo-Ekonomik Boyutuyla Kürt Sorunu
*Published in the book "Türkiye'de Kürtler- Barış Süreci için Temel Gereksinimler", Heinrich Böll Stiftung Association, İstanbul, March 2008
Bölgenin sosyo-ekonomik durumuyla ilgili üç noktaya açıklık
getirmek istiyorum. Birincisi, Bölgenin şu an Türkiye’nin en az gelişmiş
illerinden oluşuyor olmasını aslında tarihsel bir perspektif içinde ele almak
gerekiyor. Ne yazık ki öyle bir ayrıntıya girecek zamanım yok. Ancak bu konuda
2 vurgu yapmak isterim. İlki uluslararası dinamikler sonucu, Ortadoğu’da büyük
güçlerin oynadığı roller, savaşlar..vs. nedeniyle bulunduğumuz Bölgenin tarih
içinde değişen ekonomik konumu. Bir diğeri ise, Cumhuriyetin kuruluşunu takiben
Türkiye’nin gelişme modelinin merkezin gelişmesine yönelik olduğu. Bunun sonucu
olarak da taşranın geri planda kalarak gelişme ivmesini kaybetmesi. Kısaca
söylemek gerekirse, örneğin, Osmanlı döneminde Diyarbakır Bölgenin ekonomik,
kültürel ve bilim merkezi. 1927 yılında yapılan Cumhuriyet’in ilk Genel Nüfus
Sayımı verilerine göre, Diyarbakır toplam sanayi istihdamı açısından, İstanbul
ve Bursa’dan sonra Türkiye’nin 3. büyük kenti. 1972 DPT verilerine göre,
Cumhuriyet’in ilk elli yılı sonunda sanayi üretimi açısından 27. sıraya
gerileyen Diyarbakır, 2000 yılı itibariyle Türkiye’nin 81 ili içerisinde 54.
sıraya kadar gerilemiştir.
İkinci önemli nokta ise yine
tarihsel kökenleri olan bir konu. Genel olarak Kürt sorunu olarak
adlandırabiliriz. Ayrıntıya girmiyorum zaten iki gün boyunca bu konu konuşuldu.
Benim söylemek istediğim, Kürt sorunu nedeniyle, bir yandan Bölgedeki kaynaklar
yok edilirken, diğer yandan da Bölgeye kaynak verilmediğini görüyoruz.
Üçüncü olarak yapmak istediğim
vurgu şu: 1980’lerden başlayarak Türkiye’nin uyguladığı neo-liberal
politikalar, özellikle tarım ve hayvancılığı çok hızlı bir biçimde
dönüştürmektedir. Bu dönüşüm farklı biçimlerde Türkiye’nin her bölgesinde
hissedilmektedir. Ancak bu Bölgenin ekonomisi yoğunlukla tarım ve hayvancılığa
dayandığı için bu dönüşümün olumsuz etkileri en çok Bölgemizde
hissedilmektedir. Bu dönüşümden olumsuz etkilenen kesimler için destek
politikaları ise ya yoktur ya da varolan uygulamalar küçük köylüyü ve de küçük
işletmeleri koruyamamaktadır.
Bu üç dinamik, yani içinde
bulunduğumuz Bölge’nin uluslararası konumundan kaynaklanan sorunlar, Kürt
sorunundan kaynaklanan sorunlar ile küreselleşme sürecinden kaynaklanan
sorunlar maalesef üstüste binerek Bölgenin durumunu gittikçe ağırlaştırmıştır
ve durum iyiye değil kötüye gitmektedir.
Bu toplantının konusu nedeniyle,
güncel konulara ışık tutmamız gerektiği için ben yakın bir tarihe gelip,
konuşmama oradan devam edeceğim. Öncelikle Bölgedeki mevcut sosyo-ekonomik
yapıya ilişkin çok genel bir resim çizmeye çalışacağım, detaylı verilere
girmeyeceğim. Öte yandan, veriler olmadan da, çıplak gözle bile bu Bölge’deki
kentleri dolaşan biri, Bölgenin durumunu, sokakta çalışan çocukların,
kahvehanelerin..vs. çokluğundan,
rahatlıkla anlayabilir.
-
Bu Bölgeye ne
yapıldı?
Şu ana kadar devletin bu bölgesel
eşitsizlikleri ortadan kaldırmaya yönelik Bölgeye kalkınma adına yaptığı en
önemli proje GAP projesidir. GAP projesindeki gerçekleşmelere baktığımız zaman
enerji ile ilgili yatırımların gerçekleşme oranı %95 iken, sulama yatırımlardaki
oran ise halen %15‘ler civarındadır. Yani GAP projesinde, Bölgeye asıl faydası
olacak sulu tarımın yaygılaştırılması için gerekli yatırımlar ikinci plana
itilmiş, enerjiye öncelik verilmiştir. Enerji üretiminden de Bölge yeterince
yararlanmamaktadır.
Türkiye’de en son yapılan ve
2007-2013 dönemini kapsayan 9. Kalkınma Planı’nda da bölgelerarası eşitsizliği gidermeye yönelik
bir çaba olmadığı da görülmektedir.
AB sürecinde Bölge’nin durumuna bakacak olursak, özellikle
90’lardan sonra bu sürecin hızlanması, kırsal alan için temel 3 önemli girdi
olan akaryakıt, gübre ve tohum fiyatlarının artması ile kırsaldaki sıkıntılar
daha da artmaya başlamıştır. Girdilerdeki bu artışa karşılık, ürün fiyatları
sabit kalmakta ya da düşmektedir. Bu da
küçük çiftçileri rekabet edemez hale getiriyor. Bir yandan bu gelişmeler
olurken diğer yandan da bu olumsuz gidişatı engellemek adına devlet DGD ya da
teşvik primi vermektedir. Örneğin,
pamuğa verilen teşvik primi sonucu sulu alanların %90’ına pamuk ekimi tercih
edilmektedir. Teşvik bittiği an pamuk üreticilerinin çoğu çok zor durumda
kalacaktır, çünkü çoğu üretici sadece teşvik priminden dolayı pamuk ekimine
devam etmektedir. Bugün Türkiye’de DSİ dahi sulamayı pamuk ekimine göre
ayarlamaktadır. Aslında pamuk tarımı toprağın uzun vadeli kullanımını oldukça
olumsuz etkilemektedir. Teşvik sisteminin yanlışlığı ürün çeşitlenmesini
engellemektedir.
Bölgede kırsal duruma genel
olarak bakacak olursak: Tarım ve hayvancılık çok gerilemiş durumda. (Ergani
Akser süt örneği). Eskiden kendi toprağını eken, hayvancılık yapan köylüler
gittikçe artan oranda mevsimlik işçilikle geçinir durumdalar.
Kalkınma Merkezi’nin
Diyarbakır-Karacadağ köylerinde yaptığı araştırma şunu göstermektedir:
Ailelerin çok önemli bir oranı artık kırsal alandaki faaliyetleriyle
geçinememekte, çocuklarını büyük kentlere inşaat işçiliğine ya da çöp toplamaya
göndermektedir. İl içinden ve köylerden Kuzey Irak’a işçi olarak gitmek de
yaygınlaşmaya başlamıştır.
Yine kırsal alanda adaletsiz
toprak dağılımı ve bunun sonucu adaletsiz gelir dağılımı da ciddi bir sorundur.
Bölge nüfusunun yüzde 70’i tarım sektöründe yaşadığı halde, topraktaki mülkiyet
dağılımı son derece adaletsizdir. Kırsaldaki bu durum hem gelir hem karar alma
süreçlerinde bağımlılık ilişkileri yaratmaktadır.
Toprak dağılımı konusu ciddi bir
konudur ve maalesef Kürtleri temsil eden partiler de dahil olmak üzere hiçbir
parti ya da STK tarafından bu konu
yeterince tartışılmamıştır.
Bölgedeki sanayi teşvik sistemine
bakacak olursak, maalesef alınmış
teşvik belgelerinin ne kadarının gerçekleştirilmiş olduğu hakkında elde veri
mevcut değildir. Ancak hangi ile veya bölgeye kaç teşvik belgesi verildiği ve
bu yapılacak yatırımların bazı bilgilerini içeren istatistiki bilgilere
ulaşılabiliyor. Hem teşvik belge sayısı hem de bu yatırımlar için öngörülen
sabit yatırım tutarı toplamı açısından baktığımızda
Doğu Anadolu son sırada yer almakta onu Güneydoğu Anadolu takip etmektedir. Burada
mevcut teşviklerin yetersizliğini de vurgulamadan geçemeyeceğim.
Sosyo-ekonomik gelişme için
eğitim alanı tabii ki çok önemlidir.
Peki eğitimdeki durumumuz nedir?
Diyarbakır Milli Eğitim Müdürlüğü
2007 yılı verilerine Diyarbakır’da okuma yazma bilmiyen nüfus %30. Erkeklerin
%16’sı, kadınların ise %44’ü okuma yazma bilmiyor.
Yine, Diyarbakır’da ilköğretimde
ortalama sınıf mevcudu 53 kişi, kent merkezlerinde bu 65’e çıkabiliyor.
Okula başlayan her 4 öğrenciden
ancak 1’i ilköğrenimini tamamlayabiliyor. Diyarbakır Türkiye’de okuldan kayıt
sildirmenin en fazla olduğu il durumunda. (2 ay önce ilkokul öğretmenleri ile
konuya ilişkin yapılan toplantıda öğretmenler bir öğrenci kayıt sildirdiğinde
nedenlerinin üzerinde durmak yerine ‘oh! Sınıf bir kişi daha rahatladı’ diye düşünüyoruz
demişlerdir.)
Tüm bunlar şunu açıkça ortaya
koyuyor, Bölgede devletin eğitimle ilgili yatırımı son derece yetersiz. Haydi Kızlar Okula kampanyaları yapılırken
bir yandan da okulların inşa edilmesi, yeterli sayıda ve nitelikli öğretmenlerin
tayin edilmesi, öğrencilere eğitim materyallerinin sağlanması gibi devletin
sorumluluğunda olan işlerin yapılması gerekir. Bazen basında Bölgedeki eğitim
sorunu, sadece töre ya da çatışma nedeniyle insanların çocuklarını okula göndermemelerinden kaynaklanıyormuş gibi
sunuluyor. Halbuki, Bölgedeki okullar yetersiz, öğretmenler eksik, eğitimin
niteliği düşük…..vs. Tüm bunlar Bölgede eğitimden beklentiyi de düşürmekte ve 8
yıllık eğitimden sonra insanların çocuklarını okula göndermemesine de neden
olmaktadır.
Tüm bunların sonucu olarak
Bölgede had safhada yoksulluk ve
işsizlik mevcuttur. Bölge’de özellikle 1980 sonrasında işsizliğin ve
yoksulluğun kalıcı, sürekli ve yaygın bir boyut kazandığını görmekteyiz. Bu
Bölgede yaşanan yoksulluğun, ülkenin diğer yerlerinde karşı karşıya kalınan
yoksulluktan çok daha derindir. En iyimser tahminle Bölgede ikamet eden nüfusun
%60’ının yoksulluk sınırı altında yaşandığı söylenmektedir. Diyarbakır Valiliğinden
geçen hafta aldığım verilere göre sadece Diyarbakır’da 617.000 Yeşil Kart
sahibi vardır, bu Diyarbakır nüfusunun %41’ini tekabül ediyor. Türkiye
genelinde ise ortalama 13 milyon yeşil kart sahibi olan var (TC. nüfusunun %20’si).
Diyarbakır’da, resmi verilere
göre, işsizlik oranı %14.6 (2005 yılı), Türkiye ortalamasının (%12.2, 2006
yılı) üzerinde. Gayrıresmi verilere göre ise %60lara ulaşmakta.
Bu yoksulluk ve işsizlik durumunu
yaratan önemli nedenlerden biri de çatışma ortamı ve zorunlu göçtür. Son 20 yıldır bu bölgede bir çatışma ortamı var. 1984’te
başlayan bu çatışma ortamı 1987 yılında Olağanüstü Hal Bölge Valiliğinin
kurulması ile dönüm noktasına ulaşmış, yaklaşık 15 yıl süren OHAL uygulaması
dönemi faili meçhuller, yargısız infazlar, kitlesel gözaltılar ve ağır hak
ihlallerinin yaşandığı bir dönem olarak kayda geçmiştir. Bölge nüfusunun %70’e
yakınının gençlerden oluştuğunu düşünürsek, bugün Güneydoğu’da yaşayan nüfusun
çoğunluğunun bu çatışma ortamı sırasında doğmuş
ve tüm yaşamları boyunca bir şekilde çatışma ortamından etkilenmiş bir
nüfus olduğunu söyleyebiliriz.
Yoğunlukla 1990-95 arası yaşanan zorunlu göç, bu çatışma ortamının
koşullarını daha da zorlaştırmıştır. Zorunlu göçten resmi rakamlara göre 953.680
kişi, sivil toplum örgütlerine göre ise 1,5-3 milyon arasında bir nüfus
etkilenmiştir. Zorunlu göçle ülke geneline yayılmış olan nüfusun büyük
çoğunluğu gittikleri kentte hiçbir kamusal destek görmedikleri için büyük
zorluklarla karşılaşmışlar, yerleştikleri gecekondu mahallelerinde toplumun
dışına itilmişlerdir. Zorunlu göç mağdurlarında aidiyet duygusu çökmüş, zaten
zayıf olan vatandaş – devlet ilişkisi giderek kopma noktasına gelmiştir.
Zorunlu göçün üzerinden yaklaşık 15 yıl geçmesine rağmen, tüm bu süre zarfında
ne Bölge’nin kentlerinde ne de diğer Batı kentlerinde yaşayan zorunlu göç
mağdurlarının yaşam düzeylerini yükseltmek için kamunun uyguladığı ciddi bir
program bulunmamaktadır. Zorunlu göçten yaklaşık 14 yıl sonra Mart 2004
tarihinde Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında
Kanun çıkarılmıştır. Bu yasanın uygulanmasında da büyük sorunlar yaşanmıştır.
Örneğin Diyarbakır’da Mart 2007 itibari ile 45.000 başvurudan sadece 7.650 ‘si
yani %17si sonuçlanabilmiştir (kaynak: Diyarbakır Valiliği). Bir diğer uygulama
da 1999 yılında başlatılan ‘Köye Dönüş ve Rehabilitasyon Projesidir’. Bu proje
kapsamında köylerine dönmek için valiliğe başvuranlar, dönüşle ilgili güvenlik
engelleri olmadığı takdirde, evleri yapabilmek için inşaat malzemesi veya
küçükbaş hayvan, arı kovanı gibi ayni yardımlar alabiliyor. Ancak devlet sadece
güvenli ilan ettiği köylere dönüş izni verdiği için, bu proje kapsamında kalıcı
olarak köylerine dönenlerin sayısı oldukça azdır .Tüm bunlar da Devletin bu programının göstermelik olduğunu
ve daha çok uluslararası baskılara cevap vermek için oluşturulduğu izlenimini
vermektedir.
Bir zorunlu göç mağduru bize şöyle demişti: ‘ Devlet biz yokmuşuz gibi davrandı’ . Maalesef bu davranış biçimi çoğunlukla devam etmekte.
Sonuç olarak, zorunlu göç
mağdurları eğitimsizliğe, işsizliğe mahkum edilmişlerdir; ne köylerine
dönebilmekte, ne de kentlerde tutunabilmelerine olanak sağlanmaktadır.
Bu çatışma ortamı ve zorunlu göç
Bölgedeki mevcut üretim alanlarını tahrip etmiş, meralar, köyler yakılmış,
kırsaldaki üretim neredeyse durma noktasına gelmiş, kentlere akın eden bu nüfus
ise kentlerde işsiz kalmıştır. İş bulabilenler ise sosyal güvencesi bulunmayan
işlerde ve insani olmayan koşullarda çalışmaktadır.
Tüm bu tablo Bölge halkında
geleceğe yönelik beklentileri de kötüleştirmiştir. Yine Yerel Gündem 21’in
5.706 hane üzerinde yaptığı araştırmaya dönersek, burada gelecekten beklenti
ile ilgili sorulan soruya nüfusun %
50.8 “hiç birşey değişmeyecek” yanıtını vermiş olduğunu görüyoruz, % 25 ise
“daha kötü olacak” yanıtını vermiştir.
Bu da şunu göstermektedir ki
Bölge halkı gelecekten umutsuzdur.
Tüm bu olumsuz tablodan sonra bu
Bölgede neler yapılabilire baktığımızda, hemen şunu söylemeliyim ki burada size
reçeteler veremeyeceğim. Bölgenin sosyo-ekonomik gelişmişlik konusu maalesef
bugüne kadar konuşulan ama derinlemesine analizler yapılmamış bir konu
olmuştur. Bugüne kadar hiçbir politik parti ve hükümet Bölgenin sosyo-ekonomik
sorunlarını çözmeye yönelik ciddi bir politika geliştirmemiştir. Kürt partiler
de daha çok politik taleplere
odaklanmış, bu sorunu göz ardı etmişlerdir. Ben de burada sizlere Bölgede neler
yapılabileceğine dair genel bir çerçeve
sunabilirim:
İlk olarak, Bölge’nin
sosyo-ekonomik düzeyinin yükseltilmesi için merkezi yönetimin, yani hükümetin niyet ve kararlılığının olması gerekir.
Geçmiş hükümetlerin hiçbirinde böyle bir niyet ve kararlılık olmamıştır. Umarız
bu seferkinde olur. Niyet ve kararlılığın yanısıra Bölgedeki aktörlerle
(sanayici, köylü, yerel yönetim gibi)
işbirliği yapılması gerekir. Bölgenin özgül koşulları iyi tahlil edilmeden,
yukarıdan aşağıya, merkezden yapılan değişiklikler genellikle başarısız
sonuçlara yol açmaktadır.
İkinci olarak, Bölgenin gittikçe
kötüleşen ekonomik durumunun iyileşme rayına oturtulabilmesi birkaç ufak
değişiklikle başarılabilecek birşey değildir. Örneğin, sadece sanayi
teşviklerinde Bölge’ye ayrıcalık tanıyarak sermaye çekilebileceğini düşünmek
hayalperestlik olur. Çatışma ortamının sona erdirilmesi, altyapı sorunlarının
çözülmesi, kalifiye işgücü yetiştirmek, çevre ülkeler ile ticaretin artırılması
için altyapı, ulaşım, sınır kapılarının modernizasyonu, tarım ve hayvancılığın
geliştirilmesi gibi birçok alanda paralel dönüşümler gereklidir.
Üçüncü önemli nokta, Bölge nüfusunun
geçimini sağlamak amacıyla atıl duran Bölge kaynaklarının üretime sokulması
öncelik arzetmelidir. Bir Bölge nüfusu başka illere mevsimlik işçiliğe giderek
daha ne kadar yaşayabilir? İnsanların büyük bir çoğunluğu kendi topraklarını
ekerek kendi topraklarında yaşamak ister. Bunun koşulları yaratılmalıdır. Bölge
verimli toprak, su, maden ..vs. gibi birçok kaynağa sahiptir, önemli olan bu
kaynakların üretime sokulmasıdır.
Dördüncü önemli nokta altyapıdır.
Altyapının olmadığı yere yatırım gelmez. Elektrik, su, yol …bunlar çok önemli.
OSB’lerin altyapısı yatırımcı açısından önemli. Diyarbakır OSB’de günde birkaç
kez elektrik kesintisi olabilmektedir. Yine KÖYDES kapsamında her köye su götürülmekte, ancak köylere gittiğimizde gerek şebeke sisteminden, gerek işletimden
veya mütahhitin işi eksik yapmasından dolayı suyun kullanımında veya suya
ulaşımda birçok sıkıntı olduğunu görmekteyiz.
Son olarak beşeri sermaye çok
önemli. Örneğin Diyarbakır GİDEM ofisine iş başvurusundan çok, kalifiye eleman
sıkıntısı çeken işverenler başvuruyor. Bir yandan çok yüksek boyutlarda
işsizlik var, diğer yandan ise kalifiye eleman açığı mevcut. Burada da mesleki
eğitimin önemi ortaya çıkıyor. Bu alanda önemli olan mesleki eğitimin sanayinin
gereksinmelerine uygun şekilde yapılmasıdır.
Ben, bu sınırlı zamanda size
ancak birkaç öneride bulunabildim. Tabii ki bu konu çok boyutlu bir şekilde ele
alınmalı ve bütüncül bir yaklaşım benimsenmelidir. Kısacası, tek tek birtakım kısmi
müdahalelerle Bölgeyi bir gelişme ivmesine sokmanın imkansız olduğunu
düşünüyorum. En ayrıcalıklı teşvikleri versek bile, söz ettiğim gibi topyekün
bir dönüşüm içine girilmedikçe istediğimiz sonuçları alamayız. Ancak, daha önce
de söylediğim gibi burada en öncelikli nokta hükümetin niyet ve kararlılığı ve bunu
Bölgeyle işbirliği içinde yapmasıdır.