Sunday, October 27, 2013

Ya Hızır! Sen Çocuklarımızı Koru!

Ya Hızır! Sen Çocuklarımızı Koru!

As published in Bianet on 26.10.2013


Elimde resimli bir çocuk dergisi. Dergide çocuklar oynamaya giderler. Evlerinin hemen arkasında devrilmiş tanklar, silah ve savaş atıkları vardır.  Çocuklar bunların arasında oynarken bir mayın bulurlar. Çocuklar mayını tam ellerine alacakken,  o sırada şehrin sokaklarında gezinmekte olan Hızır Dede yetişir ve çocukların mayına dokunması engeller.[1]
Ancak Bölgede gerçek bu dergideki gibi değil. Kürt çocukları korumak için etrafta gezinen bir Hızır Dede yok. Halen birçok çocuk bu mayınlarla yarım kalıyor ya da yaşama veda ediyor.[2]
Mayınlar Kürt sorunun bir parçası. Bölgede sadece sınırlar değil sınırların içi de mayınlarla dolu.  Bu sinsi silahı Bölgede hem devlet hem PKK yoğun olarak kullandı. Mayın raporlarını hazırlayan Land Mine Monitor’un 2004 yılı raporuna göre; Türkiye’de 1957-1998 yılları arasında toprağa 936.663 mayın döşenmiştir. Rapora göre Türkiye, sadece 1989-1992 yılları arasında 39.569 mayını “Doğu ve Güneydoğu Anadolu Bölgeleri’ne” yerleştirdiğini beyan etmiştir.  2011 tarihi itibari ile, Türkiye’de toprağa döşeli mayın sayısı 981.778 adettir.[3]
Devlet, 1990’lı yıllarda köy boşaltmalarından sonra, boşaltılan birçok köyün etrafına ve karakolların etrafına mayın döşedi. Döşenen bu mayınlar, insanların köylerine dönmeleri için bir engel teşkil ettiği gibi, dönen bir çok köylü de mayın ve çatışma atıkları ile yaşamaya devam etmektedir. Mayınlar köye dönüşler önünde büyük bir engeldir.
Türkiye 2003 yılında Ottawa Sözleşmesi’ni imzalayarak, 2014 yılına kadar toprağa döşeli mayınları temizleyeceğini ve  kurbanlar için gerekli adımları atacağını taahhüt etti. Ancak   Suriye sınırındaki mayınların temizlenmesi için birkaç girişim dışında, ciddi bir mayın temizleme çalışması başlatılmadı. 
Maalesef mayın meselesi yasalarda hep bir “güvenlik” meselesi olarak ele alındığı, bu meseleye  insan hakları açısından bakılmadığı için, sorun tüm boyutlarıyla görünür olmuyor. Bugün Bölgede binlerce mayın mağduru var. Bir anlamda mayın sorunu Kürt sorununun bir parçası haline gelmiş, mayın mağduru olmak Kürtlükle özdeşleşmiştir. Mayın mağdurları da  tıpkı mevsimlik işçiler gibi ölürken bile gazetelerin en arka köşelerinde küçük bir haber olmanın ötesine geçemiyorlar.
Tüm bu olumsuz tablonun içinde umutlandığım nokta DUY-DER (Toplumsal Duyarlılık Derneği) gibi Bölgenin köylerinde mayın ve savaş atığı patlamalarının önlenmesi için çalışan cevval sivil toplum örgütlerinin olması. DUY-DER 2005 yılından beri mayın ve savaş atıklarına karşı Bölgede örgütlenmiş bir dernek. Hakkari ve Şırnak gibi illerin yoğun mayın bulunduran ilçelerindeki köyleri yıllardır tek tek  gezerek köy okullarında okuyan çocuklara ve öğretmenlere eğitimler veriyorlar. Bu eğitimlerle mayın ve savaş atıklarını tanıtıp, neye dokunulup neye dokunulmaması gerektiğini öğretiyor, bir anlamda devletin yapması gerekeni yapıyorlar. Bu okullarda bu eğitimleri vermek için gerekli izinleri almak hiç de kolay olmuyor. Yüzbinlerce mayının gömülü olduğu şehirlerde bile önce yereldeki yetkileri bir mayın sorunu olduğuna ikna etmeleri gerekiyor. Bir yandan da geride kalan mağdurlarla ilgileniyorlar. DUY-DER’in bastığı “Geride Kalanlar” adlı kitapta bir “geride kalan” şöyle anlatıyor:
“Henüz 8 yaşındaydım. Köyümüzün çocuklarıyla sağlık ocağının bahçesinde oyun oynarken bize ilginç gelen bir cisim bulduk. Hala bu cismin ne olduğunu tam olarak bilmiyorum. Bu cismin içinde rengarenk boncuk gibi bir şey vardı. O renkli boncuğu içinden çıkarıp almak istemiştim. Ben, ikizim Mehmet ve halamın kızı Rukiye onu alıp eve getirdik. Odamıza kapanıp oynamaya başladık. Bir çivi ve çekiçle vurarak içini açmaya çalışırken patladı. Bir anda kanlar içinde kaldık. Bizi hastaneye götürdüler. Sonrasında Mehmet’in öldüğünü öğrendim. Rukiye ve ben yaralanmıştık. Bir bacağımı, kolumu ve parmaklarımı kaybettim. Yüzüm paramparça olmuştu. Uzun bir tedavi süreci yaşadım. Bu olaydan dolayı hep suçluluk duydum.”[4]

Bunca yakıcılığına rağmen, maalesef mayın sorunu barış sürecinde ele alınması gereken konulardan biri olarak görülmüyor. Barış süreci başladığından beri kimse ölmüyor diye seviniyoruz. Oysa Kürtler ölmeye devam ediyorlar. Bu mayınlar temizlenmez ise Kürt çocuklar ölmeye ve yarım kalmaya devam edecekler. Öyle görünüyor ki mayınlar konusunda adım atılması daha uzun yıllar alacak. Bu arada, çocukları mayınlardan kim koruyacak?

Hızır Dede Kürt çocukları bırakalı yıllar oldu.
Ya Xizir! Were, sitara xwe bide ser zarokên me![5]

Nurcan Baysal,
26.10.2013, Diyarbakır








[1] Hızır Dede,  DUY-DER’in okullarda  okuttuğu çocuk dergisi.
[2] Mayın vakalarına ilişkin bir çalışma mevcut değildir. DUY-DER Hakkari Mayın ve Çatışma Atıkları Araştırma Projesi kapsamında 2006 yılına dek Hakkari’den ölüm ve yaralanma ile sonuçlanan 1070 vakaya ulaşabilmiştir. DUY-DER Mayın ve Çatışma Atıkları Hakkari Faaliyet Raporu 2012 sf. 10.
[3] A.g.e. sf. 2
[4] Geride Kalanlar, DUY-DER, Kasım 2008, Diyarbakır.
[5] Ya Xızır sen yetiş, çocuklarımızı koru!

Sunday, October 20, 2013

Bugün Diyarbakır!


Bugün Diyarbakır!

As published in Radikal 2 newspaper on 03/01/2010

Bugün Diyarbakır!
Panzerler, Diyarbakır sokaklarının ayrılmaz bir parçası oldu.

2010 yılına girmeye 2 gün kaldı. Bugün Diyarbakır çok hüzünlü.
Öğlene dek çalıştım ofiste, öğlen arası çocuklara yeni yıl hediyesi almak için çarşının yolunu tuttum. Lise caddesinden Ofis semtine doğru uzandım. Ofis her zamanki gibi kalabalıktı, ama şehirde genel bir moral bozukluğu hissediliyordu. Bu yılbaşı Diyarbakır’da yeni yıl neşesi yok...
Yürürken birkaç çocuk etrafımı sardı, sakız satıyorlardı.”Abla sakız, abla sakız al”. Baktım onlara ; “sen okuyor musun?” Diye sordum, “he” abla dedi.
“Ne kadar bu sakız”,
 “100 kuruş abla”,
 “günde kaç tane satıyorsun?”
”genelde beş tane abla, ama iyi gündeysem 10 tane satıyorum”
“Ne yapıyorsun kazandığın 500 kuruşla”
“ekmek alıyorum abla…”
Baran Bingöllüymüş, ailesi zorunlu göçle gelmiş Diyarbakır’a. Baran’a ve diğer çocuklara 1’er lira verip yoluma devam ediyorum. Arkadaşlarımın “Sen böyle yaptıkça onları sokakta kalmaya teşvik ediyorsun” diyen sözlerini duyar gibiyim.  Ben bir  umut belki bugün bir çocuğun aç kalmasını önlerim diye her gün çocuklara para dağıtmaya devam ediyorum…
Sonunda bir oyuncakçı gördüm, dalıyorum içeri. Oyuncaklar hep plastik. “Yine bu plastikleri getirmişsiniz, gerçekleri fiyatına satıyorsunuz” diye sitem ediyorum. “Abla, gerçekleri çok pahallı, kim alacak onları Diyarbakır’da” diyor. Ben bilmiş bilmiş “iyi bir oyuncak firmasının bayiliğini getirmek ne iyi olurdu, niye bu işi düşünmüyorsun” diye devam ediyorum. “Abla, ben 18 yıldır bu işi yapıyorum, Diyarbakır’da kimde para var çocuğuna oyuncak alsın” diye beni azarlıyor  haklı olarak. Baran’ı tekrar düşünüyorum, elim bir türlü iyi oyuncaklara gitmiyor, en sonunda çocuklarıma 2 tane plastik Ben 10 gözlüğü alıp çıkıyorum oyuncakçıdan. Baran hala köşede sakız satıyor.
Hızla dişçime uğruyorum karşı caddede, Ekinciler caddesinde Aynur çalıyor …
Ez heyran le le ez qurban daye rojek te,
Bexem beşer welat azad rojek te…[1]
Benim gibi asimile olmuş,Kürtçe bilmeyen bir Kürt nasıl olur da bu şarkıları anlar diye hep düşünmüşümdür. Sanırım şarkılarımız hep aynı hüzünden, ayrılıktan, savaştan ve ölümden bahsettiği için… Biran neşeli bir Kürtçe şarkı bilmediğimi fark ediyorum. Rojek te Rojek te[2]… diye mırıldanarak  giriyorum dişçiye, karnım da çok aç, “burada içli köfte var, Ergani’den getirdi hastam”, diyor… “her hastam bana yiyecek bir şeyler getirir”. Ne güzel bir gelenek, umarım kaybetmeyiz diye düşünüyorum içli köfteleri yerken.
Ofise dönmeden bir de İHD’[3]ye uğramaya  karar veriyorum, Elazığ caddesi üzerinden yürüyorum, nedense panzerler var caddelerde, ürperiyorum, içindekinin nişan alanında kim var diye düşünmeden edemiyorum. Büyükşehir Belediyesinin önünden geçerken kalabalığı görüyorum, herhalde bir gösteri olacak. Yürümeye devam, panzerler  artıyor, ben de daha hızlı yürüyorum. İHD’nin sokağında da epey polis aracı var, herkesin bu şehirde gözetlendiğini düşünmeye başlıyorum.  Derneğin camına büyük siyah bir bez asılmış. Dernek Başkanı Muharrem Bey birkaç gün önce içeri alındı. Neyse kendimi Derneğe attım, herkes üzgün, garip bir durum telaş da yok, bu sefer sanki artık tekrar ayağa kalkacak güç de yok kimsede. Belediye başkanları ve diğer arkadaşların nasıl tutuklandıklarını anlatıyorlar. Bazılarının aileleri madden de zor durumdaymış. Çocuklar perişanmış, herkes konuşuyor, ne oluyor bu ülkeye, geriye mi dönüyoruz diye, umutlar yine tükenmiş. Tutuklanan başkanların elleri kelepçeli resmini düşünüyorum, yutkunuyorum. Çok endişeliyim. Çocuklarını, çocuklarımı, sokaktaki Baran’ları düşünüyorum.  Savaş bizle bitecek diye düşünürdüm, bitmedi, çocuklarımıza yetişti, çocuklarımız büyüyor, soruyorlar, sorguluyorlar, panzerlerin arasında bakıyorum başka Baran’lar sakız satıyor.
Bugün 29 Aralık 2009, Diyarbakır çok hüzünlü…

Nurcan Baysal




[1]Bir gün gelecek anne bir gün
Aydınlık bir gün, mutlu bir gün gelecek!
[2] Bir gün bir gün…
[3] İnsan Hakları Derneği

DİLE BENDEN NE DİLERSEN!

DİLE BENDEN NE DİLERSEN!

* As published in Star Newspaper on 08.02.2009

2005 sonbaharında Kalkınma Merkezi’nin Diyarbakır’ın en çok göç almış 5 yoksul mahallesinde  yaptığı zorunlu göç araştırması sırasında çocuklara sorduğumuz sorulardan biri:

“Bir peri gelse ‘dile benden ne dilersen’ dese ne dilerdin” sorusuydu.

Aziziye, Gürdoğan, Ben u Sen, Fatihpaşa ve Savaş mahallelerinde 7-14 yaş arası kız ve oğlan çocukların soruya verdikleri cevaplar şunlardı:

Çocuklar okula gitsin.
Fakirler zengin olsun.
Yaşlılara bakılsın, iyileşsinler.
Zenginler de fakir olsun, fakirliği çeksinler.
Çocukları kaçırmasınlar.
Üniversite okumak.
Kötülüklerin bitmesini isterim.
Öğlen de yemek yiyebilmek
Kızları kaçırıp, öldürüyorlar, korkuyorum. Daha güvenli bir yerde yaşamak isterdim.
Küçük kardeşim çalışmasın.

O görüşmelerden hatırladığım çocukların yoğun olarak okumayı talep etmesi, bir diğeri ise kaçırılıp, öldürülmekten korkmaları ve sürekli olarak bir yerlerinin kesilerek dilenciliğe zorlanmaktan bahsetmeleriydi. O dönemler Diyarbakır, organ mafyası tarafından kaçırılıp öldürülen çocukları konuşuyordu.

Aziziye, Gürdoğan, Ben u Sen, Fatihpaşa ve Savaş mahalleri 1992-1995 arası zorunlu göçle gelen nüfusun yoğun olarak yaşadığı mahalleler. Bu mahallerin bir diğer özelliği işsizliğin ve yoksulluğun çok derin yaşandığı mahalleler olmasıdır. Bu yoksulluğu en derin yaşayanların başında da çocuklar geliyor. Tam bu noktada Diyarbakır’da çocuklara ilişkin birkaç veri vermek istiyorum: Diyarbakır Yerel Gündem 21 ve Sarmaşık Derneği’nin hazırladığı “Diyarbakır Kent Yoksulluk Haritası” na göre Diyarbakır nüfusun yaklaşık %53’ü 0-18 yaş arası çocuklardan oluşuyor. Diyarbakır nüfusunu yaklaşık 1.500.000 civarında alırsak, ilde 750.000’den fazla çocuk olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.  Bu çocukların yaklaşık 200.000’ini 0-4 yaş arası bebekler ve küçük çocuklar oluşturuyor. Bu çocukların eğitim rakamlarına baktığımızda, Diyarbakır’da okul öncesi okullaşma oranının %25 gibi oldukça düşük bir rakam olduğunu görüyoruz. Bölgenin diğer illerinde de durum Diyarbakır’dan pek farklı değil: Batman’da bu oran %24, Şırnak’ta %19, Urfa’da %17‘lerde[1]. İlköğretimde okullaşma oranı Bölge genelinde %90’lara doğru hızla yükseliyor, ancak ortaöğretimde bu rakamlar maalesef  tekrar %50’lerin altına düşüyor (Diyarbakır %33, Urfa %24, Batman %37 civarında)[2].

Diyarbakır’da ve tabi Bölge genelinde de çocukların sağlık verilerine baktığımız zaman son yıllarda istikrarlı bir düzelme olmasına rağmen ülke ortalamalarını yine de oldukça geriden takip ediyoruz: Diyarbakır Sağlık İl Müdürlüğü’nün verilerine göre Diyarbakır’da bebek ölüm oranı binde 26 civarında. Çocuklarda en sık görülen bulaşıcı hastalıklar açısından baktığımızda yine burada da her yıl istikrarlı bir düzelme var. Örneğin daha önce görülen tifo, kızamık, boğmaca, tetanos gibi birtakım hastalıklar artık görülmüyor. Ancak öte yandan halen ülkenin birçok yerinde artık görülmeyen bazı hastalıkların (şark çıbanı, sıtma, hepatit–B gibi) Diyarbakır’da yüksek rakamlarda olduğunu görüyoruz[3].

Bu konuda son olarak çalışan çocuklara ilişkin bazı veriler vermek istiyorum. Diyarbakır Sosyal Hizmetler İl Müdürlüğü’nün verilerine göre sokakta çalışan yaklaşık 3.000 civarında çocuk var. Ancak ilgili sivil toplum örgütleri bu sayının 10.000 leri aştığını dile getirmekteler. Diyarbakır Eğitim-sen raporları bu sayının 12.000 civarında olduğuna dikkat çekiyor. Yine 2003 yılında kurulan ve Diyarbakır’da çocuk konusunda çalışan tek sivil toplum örgütü olan Çocuklar Aynı Çatının Altında Derneği (ÇAÇA)’ne göre de bu rakam 10.000’i aşıyor. Bu konuda ÇAÇA 2005 yılında Diyarbakır’da bu çocuklara ilişkin genel durumu görebilmek için Ben u Sen mahallesinde 303 aileyi kapsayan bir araştırma yapmış. Bu araştırma bu çocukların ailelerinin  %96’sının 400 YTL ve altı gelir düzeyinde yaşadığını, %27’sinin ise hiçbir sosyal güvenceye sahip olmadığını gösteriyor. Bu ailelerin hepsi ekonomik yardım ihtiyacı içindeler. .Yine ailelerin % 85’i eğitim ve öğretime, %87’si temizlik eğitimine, %79’u temiz su kullanabilmeye, %86’sı beslenme eğitimine, %56’sı hukuki yardıma, %70’i psikososyal desteğe, %78’i iletişim becerileri eğitimine ve %28’i sağlık hizmetlerine çeşitli derecelerde ihtiyaç duyduklarını belirtmişler.

Tüm bu verilerden sonra, tekrar Aziziye, Gürdoğan, Ben u Sen, Fatihpaşa ve Savaş mahallelerinde Kalkınma Merkezi olarak ailelerle yaptığımız görüşmelere dönmek istiyorum. Bu mahallelerdeki nüfusun %46’sını 15 yaşın altındaki çocuklar oluşturuyor; mahallelerdeki her 2 çocuktan biri  hayatlarının bir döneminde çalışmışlar ya da halen çalışmaya devam ediyorlar.

Bu mahallerden çalışan bir kız çocuğu anlatıyor:

Ben 13 yaşındayım. 4.sınıfa kadar okudum. Babam okumama izin vermedi. Şu anda halı kursunda çalışıyorum. Sabah 5 ile akşam 6 saatleri arasında çalışıyorum. Ayda  200  YTL. kazanıyorum. Ramazan ayında sahur vakti halı kursu açık olur. Saat 3 – 4 gibi çalışmaya gidiyoruz.

Başka bir çalışan  çocuk şöyle diyor:

Okula giden arkadaşlarımız okul tatil olsun, tatile gidelim diyorlar, biz ise tatil olsun çalışalım, para kazanalım diyoruz.

Açlık düzeyinde bir yoksullukla karşı karşıya olan aileler istemeyerek de olsa çocuklarını insani olmayan koşullardaki işlere göndermekteler. Çocuğunu işe gönderen bir baba anlatıyor:

Kaygıyla gönderiyoruz ama gitmeyince de dövüyoruz.

Bölgedeki çocukları sorunlarının bu kadar ağırlaşarak kronik bir hal almasının önemli bir nedeni Bölgede 1990’lı yıllarda yaşanan zorunlu göç hareketidir. Bugün sokaklarda çalışan bu çocukların çoğu  suç teşkil eden olaylara da karışmaktalar. Bir baba anlatıyor:

            Köyden kente gelince gözlerimiz kapalıydı, çoluk çocuğu perişan ettik. Çocuklarımız        hırsızlık yapıyor, çöplerde dolaşıyor, çöplerden ekmek topluyorlar. Sudan çıkmış      balığa döndük.

Çocuğunu kaybeden bir anneyi dinleyelim:

            Çocuğum çok hastalanmıştı. Doktora götürdüm. Doktor, çocuğun beslenemediğini;         düzenli olarak süt, yumurta yedirmemi söyledi. Bunları yapamadığım gibi, yazdığı      ilaçları da para bulamadığım için zamanında alamadım. Çocuğumu kaybettim. Köyde       yumurtamız da, sütümüz de vardı. İhtiyaç fazlasını da satıyorduk.

Bu örnekleri arttırmak mümkün.  Durum böyleyken söyleyecek ve yazacak fazla birşey kalmıyor ve çocuklar niye sokakta diye sormak da anlamsızlaşıyor.

“Bir peri gelse ‘dile benden ne dilersen’ dese” ne mi dilerdim: Bir peri gelse ülkeme çocuklar öldürülmese, çocuklar dövülmese, çocuklar işkence görmese, çocuklar çalışmasa;  yemek yese, oynasa, okula gitse…ah bir peri gelse!


Nurcan BAYSAL
12.01.2009, Diyarbakır



[1] www.tuik.gov.tr
[2] www.tuik.gov.tr
[3] Bkz. Diyarbakır Sağlık İl Müdürlüğü (www.diyarakir.gov.tr

Turkey’s Kurds Slowly Build Cultural Autonomy

New York Times: Turkey’s Kurds Slowly Build Cultural Autonomy






BALEFUL love song wafted from the Vizyon Muzik A Market. Not so long ago playing Kurdish music over a loudspeaker into the streets here might have provoked the Turkish police. Just speaking the names of certain Kurdish singers at one time could have landed a Kurd in prison.

These days hundreds of CDs featuring Kurdish pop singers fill one of the long walls in the small, shoebox-shaped Vizyon Muzik. The discs face a few dozen Turkish ones. Abdulvahap Ciftci, the 25-year-old Kurd who runs the place, told me one sunny morning not long ago that customers buy some 250 Kurdish albums a week. “And maybe I sell one Turkish album,” he calculated, wagging a single finger, slowly. “Maybe.”

An Analysis of Socioeconomic Situation in South-eastern Anatolia

An Analysis of Socioeconomic Situation in South-eastern Anatolia

* Nurcan Baysal, European Parliament Speech, June 2008

Any single-dimension analysis would be insufficient to explore the present socioeconomic situation in South-eastern Anatolia. There are various circles approaching the present situation in the context of differing terms including ‘the Kurdish question”, “democratization problem” or “underdevelopment”. The situation that we are facing now, however, is a multi-dimensional one and it should be taken with its historical, political, economical and geographical aspects. Nevertheless, in spite of this need for multi-dimensional approach, the dimension “Kurdish question” should never be pushed back to a secondary place.

Saturday, October 19, 2013

Abla Bugün Bayramdır, Korna Çalmadan Geçme!

“Abla Bugün Bayramdır, Korna Çalmadan Geçme!”

As published in BİANET on 21.10.2013



En son  bundan 4 yıl önce 19 Ekim’de umutlanmıştık bu ülkenin Kürtleri olarak. 19 Ekim 2009 tarihinde Kandil ve Mahmur’dan gelen PKK’lilerden oluşan 34 kişilik Barış Grubu’nun Habur sınır kapısından geçiş yaparak Türkiye’ye gelmesi Kürtlerin Türkiye’de son toplu sevinciydi sanırım.

Ekim ortasında duymuştum ilk haberi. “Eve dönüyorlar!” “Kim?”, “Dağdakiler!”  Çok uzun yıllar geçmişti “onlar” gideli. “Yuvaya dönüş” artık beklenmeyen bir şeydi. “Barış”ı artık hayal bile etmiyordum. Mümkün olduğunca umut etmemeye çalışıyordum, erken sevinmemeye. Her iyi gelişmenin bir şekilde baltalanacağına inancım tamdı. Bu nedenle hafta sonu Diyarbakır’a “eve dönüyorlar” haberi ulaştığında da çok sevinememiştim doğrusu.

19 Ekim 2009’da  ilk Barış Grubu evlerine döndüler.  Diyarbakır günlerdir onları bekliyordu. Sokaklarda yüzbinlerce insan vardı. Herkes gelenleri karşılamaya çıkmıştı.  Ben çıkmıyorum. Büromda tek başıma oturuyorum. Kararlıyım bu sefer, umut etmek  istemiyorum artık. Uzun simsiyah saçları olan asistanım Birgül dışarı, kutlamalara bakmaya çıkıyor. 3 saat sonra büroya döndüğünde oldukça kızgın buluyorum Birgül’ü. Yıllardır Kürt kimliğinden dolayı Manisa’da üniversiteyi bitirememiş olan Birgül kutlamalarda çok ağlayan yaşlı bir kadın gördüğünü, kadının yanına gidip  “neden bu kadar ağladığını” sorduğunu anlatıyor. Kadın “barış geldi kızım, barış geldi…” diye haykırıyormuş. Birgül yeni nesil Kürt gençliğindendi, bu neslin çoğu gibi  öfkeli ve kızgındı hayata. “Teyzeyi sarstım, Nurcan Abla. Ona dedim ki: Sakın aldanma,  bu barış değil teyze, sakın inanma dedim”. Yaşlı kadın “bu barıştır kızım, bu barıştır, sen 30 yıl öncesini bilmiyorsun, inan bu barıştır” diye yanıtlamış Birgül’ü. Birgül büroda burnundan soluyordu. Kızgındı, öfkeliydi, sürekli bu halkın kandırıldığını ve oyalandığını düşünüyordu. Kürt gençliğinde farklı nesillerin olaya bakışı değişikti. Bizler OHAL’le büyümüştük, korkuyla büyümüştük, çok insan kaybetmiştik, ama öfkemiz daha azdı sanırım.  Bizden sonraki kuşak daha babasız bir kuşak olarak büyüdü, çoğu babasını, abisini, ablasını hiç görmedi. Bir anlamda öldürülen babalarının, amcalarının, teyzelerinin, analarının anıları, yakılan ve boşaltılan köylerinin hikayeleri ile büyüdüler. Bizler yaşadık, onlar hikayelerimizi devraldılar, geçmişin yükünü de üstlendiler. Ve şimdi öfkeliler. Kendilerinden, annelerinden, ablalarından esirgenen şeyler için kızgınlar, kaybettiklerini geri istiyorlar.

“Nurcan Abla çık  dışarıya, git bak halkın ne kadar mutlu, git bak da üzül onlar için, boşa seviniyor analar” dedi Birgül.  Çıktım dışarı, binlerce insan meydanlarda, mutluluğu havadan bile hissediyordum. Hala kendimi frenliyordum. Kesin bir şey olacaktı, hep böyle olmamış mıydı? Ya tutuklayacaklardı, ya Başbakan çark edecekti. Kolay mıydı bunca savaş çığırtkanlığı içerisinde “barış” adına mücadele edebilmek, yürek isterdi. Arabama bindim, kutlamalara katılmamaya kararlıydım. Bağlar yolundan eve döneceğim. Ama trafik tıkanmış, herkes meydanlarda, halay çekenler de var. Bu sevince arabalar da korna çalarak katılıyordu. Ben yine dalmışım geçmişe. Ahmet Kaya her zamanki sakinleştirici sesiyle yanımda, beni o gün de sakinleştiriyor. O sırada bir grup çocuk arabamın önünü keserek;  “Abla bugün bayramdır, korna çalmadan geçme. Eve dönüyorlar, bayramdır, kornanı çal!”dediler.   7-14 yaş aralığındaki bu çocuklara baktım, elleriyle bana  tekrar “çal” işareti verdiler. Küçücük çocuklar bana “çal abla, çal kornanı, dönüyorlar” diyorlardı. Kararsız kaldım. “Yani gerçek mi, inanmalı mıyım bu sefer, yani dönecekler mi, yani ölmeden geri gelecekler mi, tekrar görecek miyiz gidenleri?” Kafamda tüm bu sorularla tıkanmış trafikte tekrar baktım insanlara. Kadınlar, Bağlar’da, yol kenarında, dizilmişler. Ağlayanlar var, kahkaha atanlar da… Sanırım gerçek. Evet, dönüyorlar, inan buna… Kornaya basmaya başladım.  “Düt,düt” “düt”, “düt,düt” “düt”… Bastıkça kalbim hızlanıyor, sanırım “barış” bu sefer geliyor. ”Düt, düt”, “düt”. Yitirdiklerimiz bir bir gözümün önünden geçiyor. Hem ağlıyorum, hem gülüyorum. Yol boyunca dizilmiş polis otolarını görüyorum, daha da basıyorum kornaya… “Düt, düt” “düt”… Sanki kornam konuşuyor. Barış geliyor, çocuklarımız dönüyor. Bayram zamanı, hadi basın kornaya! Kutlayın! Çalın! Halaya durun! Çocuklar dönüyor! Diyarbakır bunu kutluyor!

19 Ekim son umutlandığım gün oldu. 19 Ekim’de dönen 34 kişi  hakkında kısa zamanda yüzlerce dava açıldı. Bir kısmına “PKK propagandası” yapmaktan ceza verildi, bir kısmı da geldikleri yere geri dönmek zorunda kaldılar. O gün Kürtlerin havaya uçurduğu yüzlerce güvercin barışı getirmedi. Birgül haklı çıktı. Kürt halkından umudu bir kez daha alındı. Kürtlerin çocuklarının dönüş sevincine karşı gösterilen tahammülsüzlük sonraki yıllarda onlarca gencin ölümünün yolunu açtı.

Çocuklar hala yuvaya dönmedi, gidenler bu Ekim’de de geri gelmedi.

Nurcan Baysal,  Ekim 2013, Diyarbakır




Fırat’ın Doğusunda Çocuk Olmak


Fırat’ın Doğusunda Çocuk Olmak

*As published in Birikim magazine, number 254, 2010

1 Şubat tarihinde gazetelerin çoğunda ufak bir haber olarak geçti Bingöl’de kitap almaya giderken ölen Asliye ve Zeynep’in hikayesi. Zeynep ve Asliye 1 TL. lik dolmuş paraları olmadığı için yürüyerek Çapakçur Deresinden geçerken boğulmuşlardı.  Bu tablo Doğu Anadolu için bir istisna değil. Ağrı’da okula gitmek için -10 derecede pantolonlarını sıvayıp nehri geçen çocuklar daha birkaç ay önce gazetelerdeydi. Doğu’nun birçok ilinde 6-7 yaşındaki çocuklar okumak için ailelerinden ayrılıp ya YİBO’lara[1] gitmek zorundalar, ya da nehirleri aşmak ...
Fırat’ın doğusunda kırsal alanlarda yaşam koşulları çok zor, en temel hizmetlere ulaşmak dahi sıkıntılı. Bunların başında da eğitim geliyor. Köy ve yerleşimlerin bir kısmında okul hiç yok, okul olan köylerde de derslik sayısı yetersiz. Doğu ve Güneydoğu kırsalındaki okulların çoğu tek ya da iki derslikli. Yani ilkokul birinci sınıfa giden çocuk ile beşinci sınıfa giden çocuk aynı sınıf içerisinde ders almaktalar. Öğretmen bir ders saati içerisinde 1,2,3,4,5. sınıf öğrencilerine vakit ayırmak durumunda. Mevcut okulların fiziki durumları oldukça kötü. Bu köylerin çoğunluğu 6 ay kar altında olmasına rağmen, okullarda yeterli ısınma sistemi yok. Çocuklar temel eğitim araç-gereçlerinden yoksunlar. Geçen yaz Tatvan ve Eğil’in köylerinde yaptığımız çocuk resim atölyeleri sırasında çocukların boya kalemlerini hayatlarında ilk defa gördüklerini dehşetle fark etmiştim.
Doğu’nun kırsalındaki bu çocukların çoğunluğu YİBO’lara gitmek zorunda bırakılmaktalar. Bitlis ve Muş’ta 6-7 yaşındaki çocukların bile YİBO’lara gitmek zorunda olduğuna defalarca şahit oldum. Bunun diğer Doğu illerinde de çok farklı olduğunu düşünmüyorum. Son Siirt Pervari olayı ile tekrar gündeme gelen YİBO’ların çoğunlukla Kürtlerin yaşadığı illerde olması tabi ki tesadüf değil. İlk 1939 yılında kurulan YİBO’lar, 1962 sonrası Doğu ve Güneydoğu’da yaygınlaşıyorlar. YİBO’lardan mezun bir yakınım YİBO’da öğretmenin ilk sözünün “bugüne kadar bildiklerinizi unutun, bundan sonra Türkçe konuşacaksınız” dediğini anlatıyordu. Diyarbakırlı yazar Şeyhmus Diken bugün kendisi ile yaptığım sohbet esnasında “YİBO’lar Kürt çocuklar için ıstıraptır. Adeta bir dişlinin çarkları gibi çocukları öğüten, yeniden şekillendirip yeni bir kimlik (Türk kimliği) kazandıran bir örgütlenmedir. Eğitim YİBO’ların görünen yüzüdür” diyordu. 1925 tarihli Şark Islahat Planı[2] ve bugüne kadar yayınlanan çeşitli MGK raporları da bunu kanıtlar nitelikte.
Doğu’da bir kavram vardır: “YİBO çocuğu” derler. YİBO çocuğu yoksul çocuk demektir, köylü çocuğu demektir, anasından uzak demektir, askeri disiplin içinde demektir, asimilasyon sürecine girmiş demektir, ezik, boynu bükük demektir,  “bitli” demektir…”. Bu çocukların çoğu o kadar yoksuldur ki değil hafta sonu, bayram ve tatillerde dahi evlerine gidecek paraları yoktur. Devlet bu çocuklara aylık 6 TL. civarında bir harçlık veriyor. Bir yatakhanede 90-100 çocuğun kaldığı YİBO’lar halen mevcut. Çoğunluğunda su yok, haftada bir çocuklar ancak duş alabiliyorlar, açlık ve sefalet o kadar yaygın ki…. Hele Ağrı’nın, Doğubeyazıt’ın, Ardahan’ın, Hakkari’nin, Siirt’in uzun ve soğuk kışlarını YİBO’da geçirmek gerçekten zordur, nedense “devlet baba” her yere kömür dağıtırken bir tek YİBO’larını unutur!  Bu okullara rehber öğretmen atanmaz bir türlü, atanan da koşullara fazla dayanamaz çoğunlukla. Geçen yıl bir YİBO’ya kız öğrencilerin özel sorunları ile ilgili bir kadın rehber öğretmen atanması için 1 yıla yakın uğraş verdik. Yine, geçen yıl, Doğu’nun başka bir ilçesinde 6-7 yaşında YİBO’ya giden çocukların araçla evlerine sadece 15 dakika uzaklıkta YİBO’da geceleri kalmamaları ve en azından belli bir yaşa kadar aileleri ile yaşamalarını sağlayacak taşımalı sistem talebi ile ilgili olarak görüştüğüm Kaymakam, beni “ailelerinin evi daha mı rahatmış“ diye azarlamıştı. Tüm ısrarlarıma rağmen o havzada yaşayan 300 çocuğu etkileyecek bir taşımalı sistemi başlatamadık. 1990’ların başında güvenlik nedeniyle boşaltılan bu havzaya aileler yeni dönmeye başladı. Ancak, aileler o kadar yoksul ki çocuklarını sabah ve akşam okula getirip götürecek bir servis aracı tutacak güçleri yok. Maalesef Doğu’da kırsal yaşam koşulları tamamen kaymakamların keyfi uygulamalarına bırakılmış durumda.
Fırat’ın doğusunda kentlerde de çocuk yoksulluğu had safhada. Tüm Bölge genelinde sokakta çalışan, madde bağımlısı ve suça karışan çocuklarda ciddi oranda artış var. Ocak ayında Diyarbakır’da katıldığım ÇAÇA’nın (Çocuklarla Aynı Çatının Altında Derneği)  toplantısı Doğu ve Güneydoğu kentlerinde çocuk olmanın zorluklarına dikkat çekiyordu.  Yüksekova’da 1000’e yakın, Van’da ise 1500 civarında çocuğun uyuşturucu kullandığı; Batman’da çocuklarda kronik hastalıklar ve engelliliğin çok yaygın olduğu; Diyarbakır’da ise çocuklarda yaygın bir şiddet eğilimi gözlendiğine farklı illerden gelen katılımcılar vurgu yapıyordu. Bir de tabi tüm Bölge‘de mevcut olan “taş atan” çocukların durumunu unutmamak lazım. Bölgenin çocuklarının içinde o kadar çok birikmiş öfke ve travma var ki, içlerindeki kin ve öfkeyi kusacak yer arıyorlar. Arabaları çiziyorlar, kaldırım taşlarını söküyorlar, çiçekleri koparıyorlar, taş atıyorlar, daha iyi yaşayan herkese ve her şeye öfke duyuyorlar. Umut Işığı Kadın Kooperatifi’nden bir arkadaşım bu çocuklardan biriyle yaptığı görüşmeden, çocuğun şu sözünü aktarıyor ÇAÇA’nın toplantısında: “Bizim için ceketli ve kravatlı herkes karşı taraftır”.
Bu yazıyı yazarken 25 yıl önceyi düşündüm, Diyarbakır’ı , kendi çocukluğumu, “Kürt çocuk” olmanın o zaman ne anlam ifade ettiğini, anneme ilk “biz Kürt müyüz?” diye sorduğum yaşı… Babamın büyük bir mutlulukla ve uğraşla bize bayramlarda aldığı lastik ayakkabıları, benim giymek istemeyişimi; lastik, renkli bu ayakkabıları Kürtlükle nasıl özdeşleştirdiğimi… Güzel Türkçe konuşmak için ne kadar çok çaba sarf ettiğimi,  okulda her gün öğretildiği gibi “ne mutlu Türküm diyene” deki gibi Türk ve mutlu olup gururla gezmek isteyişimi… Tüm toplumun Türklüğü yücelttiği bir zamanda ve yerde “Kürt” olduğunu bilmenin bir çocuk için ne kadar ezik olduğunu… 25 yıl sonra bugün, Kürt çocukları artık bizim gibi boynu bükük gezmiyorlar. Onlar öldürülen babalarının, amcalarının, teyzelerinin, analarının anıları, yakılan ve boşaltılan köylerinin hikayeleri ile büyüdüler. Bizler yaşadık, onlar hikayelerimizi devraldılar, geçmişin yükünü üstlendiler. Bugünün Kürt çocukları “Kürtlüklerine” ve dillerine sahip çıkıyorlar. Ve kendilerinden, annelerinden, ablalarından esirgenen şeyler için kızgınlar, öfkeliler, kaybettiklerini, köylerini, evlerini, ağabeylerini, babalarını geri istiyorlar. Kendilerine, analarına, babalarına yapılan şiddeti sorguluyorlar, ya da aynı şiddeti gösterebiliyorlar. Hiç sahip olamadıkları “çocukluk haklarını” istiyorlar. 12 Eylül’ü biliyorlar, Diyarbakır 5 Nolu Cezaevi’nin hikayesi dillerinde destan, onlar “kimyasal silah nedir?” biliyorlar, bunun için sokaklara dökülebiliyorlar, mahalle aralarında “gerillacılık” oynuyorlar, neden Mersin’de, Adana’da olduklarını, neden İzmir’in çöpünü topladıklarını, İstanbul’daki suç örgütlerine satıldıklarının farkındalar. Neden yoksulluk içindeler bunun farkındalar. Ailelerinin geçimi için sokakta çalışıyorlar, 1 TL. için etek kaldırıp memelerini okşatmak zorunda kalıyorlar. 25 yıl öncenin boynu bükük, ezik, Türkçe konuşmaya çalışan, ürkek  Kürt çocuklarından çok farklılar. Onlar ister YİBO’da ister sokakta olsun, ister mendil satsın, ister cezaevinde olsun, ister Murat nehrini geçmeye çalışsın, ister 1 TL. için cinsel istismara maruz kalsın, ister 12 yaşında mahkeme salonlarında olsun,  Kürt olmak ne demek biliyorlar ve bundan utanmıyorlar…..






[1] Yatılı İlköğretim Bölge Okulları  
[2] http://www.kurdistantime.com/?p=494

Teşvikle, Yeşil Kart'la, Hayırseverlikle Sorun Çözülmez


Teşvikle, Yeşil Kart'la, Hayırseverlikle Sorun Çözülmez

*Published in Tiîroj, Number 5, 2008 

Bugün, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’nun içinde bulunduğu sosyo-ekonomik durumu tek boyutlu bir analiz ile açıklamak mümkün değildir. Kimileri mevcut duruma ‘Kürt sorunu’, kimileri ‘azgelişmişlik sorunu’, diğerleri ise ‘demokratikleşme sorunu’ …gibi çeşitli tabirlerle yaklaşmaktadır. Oysa, önümüzde duran sorun çok boyutlu bir sorundur. Tarihsel, politik, ekonomik ve coğrafi boyutları ile ele alınmalıdır. Ancak, tüm bu çok boyutluluk içinde bu sorununun bir Kürt sorunu olduğu hiçbir zaman ikinci plana atılmamalıdır.

Devlet Eliyle Eşitsizliğin Temelleri

Bölgenin sosyo-ekonomik gelişmişliği açısından öncelikle üç noktaya açıklık getirmek istiyorum. Birincisi, Bölgenin şu an Türkiye’nin en az gelişmiş illerinden oluşuyor olmasını aslında tarihsel bir perspektif içinde ele almak gerektiğidir. Uluslararası dinamiklerin etkisiyle, Ortadoğu’da büyük güçlerin oynadığı roller, savaşlar, ticaretin ve petrolün değişen önemi bulunduğumuz Bölgenin tarih içinde ekonomik konumunu değiştirmiştir. Bölgenin jeopolitik açıdan değişen rolü ekonomik konumunu da etkilemiştir. Tarihsel açıdan bir diğer önemli konu  ise, Cumhuriyetin kuruluşunu takiben Türkiye’nin “ekonomik kalkınma”  modelinin merkezi kalkındırmaya yönelik olduğudur. Bu modelin sonucu olarak da taşra geri planda kalarak gelişme ivmesini kaybetmiştir. Kısaca söylemek gerekirse, örneğin, Osmanlı döneminde Diyarbakır Bölgenin önemli bir ekonomik, kültürel ve bilim merkezi idi. 1927 yılında yapılan Cumhuriyet’in ilk Genel Nüfus Sayımı verilerine göre, Diyarbakır toplam sanayi istihdamı açısından, İstanbul ve Bursa’dan sonra Türkiye’nin 3. büyük kenti. 1972 DPT verilerine göre, Cumhuriyet’in ilk elli yılı sonunda sanayi üretimi açısından 27. sıraya gerileyen Diyarbakır, 2000 yılı itibariyle Türkiye’nin 81 ili içerisinde 54. sıraya kadar gerilemiştir. Diyarbakır’da gerçekleşen bu gerilemenin tek nedeni olarak Kürt sorununu işaret edenler olmaktadır (ki bence de Diyarbakır’daki bu gerilemenin temel nedenlerinden biri Kürt sorunudur). Ancak ek olarak gözden kaçırmamamız gereken bir nokta daha vardır ki, o da,  Diyarbakır kadar olmasa da Anadolu’nun birçok başka ilinin de Cumhuriyetin kuruluşunu takiben bir gerileme yaşamış olduğudur.

Bölgenin sosyo-ekonomik geri kalmışlığı açısından ikinci önemli nokta ise, yine tarihsel kökenleri olan bir konu olan Kürt sorunudur. Kürt sorunu nedeniyle, uzun yıllar boyunca, bir yandan Bölgedeki kaynaklar yok edilmiş, diğer yandan da Bölgeye kaynak verilmemiştir. Bölgedeki ormanlar, meralar, köyler “güvenlik” gerekçesiyle yakılmış, açılan tüm ‘ekonomik paketler’den Doğu ve Güneydoğu’ya ne yapılan zararı tazmin edici ne de bölgesel gelişmeyi tetikleyici kaynak verilmediğini görmekteyiz. Mustafa Sönmez’in yaptığı çalışmaya[1] göre, 2002 – 2006 yılları arasında teşvik yatırımlarının yüzde 39’u Marmara, yüzde 14’ü İç Anadolu, yüzde 12’si Ege bölgesine verilmiştir. Gaziantep dışında kalan ve nüfusun yüzde 18’ini barındıran 21 Doğu ve Güneydoğu iline ayrılan teşvik yatırımlarının payı ise sadece yüzde 4,5’la sınırlı kalmıştır. Bölge Belediyelerinin kendi çabalarıyla oluşturdukları birçok projenin merkezi hükümetin bürokrasi engeline takılmasını da Kürt sorunu çerçevesinde görmek lazım.

Sosyo-ekonomik geri kalmışlığın nedeni olarak Kürt sorunu çerçevesinde görmemiz gereken bir diğer nokta da son 20 yıldır Bölgede devam eden çatışma ortamıdır. Bu çatışma süreci Bölge ekonomisini çok ciddi boyutlarda sarsmıştır. Yoğunlukla 1990-95 arası yaşanan zorunlu göç, bu çatışma ortamının koşullarını daha da zorlaştırmıştır. ”Güvenlik” gerekçesiyle ve zorla yerinden edilen nüfus, resmi rakamlara göre 953.680 kişi, sivil toplum örgütlerine göre ise 1,5-3 milyon kişi arasındadır. Zorunlu göçle ülke geneline yayılmış olan nüfusun büyük çoğunluğu gittikleri kentlerde hiçbir kamusal destek görmedikleri gibi milliyetçi tepkilerle karşılaşmışlar, yerleştikleri gecekondu mahallelerinde toplumun dışına itilmişlerdir. Zorunlu göçün üzerinden yaklaşık 15 yıl geçmesine rağmen, tüm bu süre zarfında ne Bölge’nin kentlerinde ne de diğer Batı kentlerinde yaşayan zorunlu göç mağdurlarının yaşam düzeylerini yükseltmek için kamunun uyguladığı ciddi bir program bulunmamaktadır.

Göç ettirme politikaları ile yerinden edilen bu nüfus Bölgedeki mevcut nüfusa eklemlenmiş, böylelikle Bölge illeri yerel yönetimleri, altyapılarının ve hizmet olanaklarının kaldıramayacağı kadar yüksek bir nüfusla karşı karşıya kalmışlardır. Bir kez daha devlet eliyle Bölgedeki eşitsizlik arttırılmıştır.

Bölgenin geri kalmışlığına ilişkin son olarak yapmak istediğim vurgu şudur: 1980’lerden başlayarak Türkiye’nin uyguladığı neo-liberal ekonomik politikalar, özellikle tarım ve hayvancılığı çok hızlı bir biçimde dönüştürmektedir. Bu dönüşüm farklı biçimlerde Türkiye’nin her bölgesinde hissedilmektedir. Ancak içinde bulunduğumuz Bölgenin ekonomisi yoğunlukla tarım ve hayvancılığa dayandığı için bu dönüşümün olumsuz etkileri en çok bu Bölgede hissedilmektedir. Bu dönüşümden olumsuz etkilenen kesimler için destek politikaları ise ya yoktur ya da varolan uygulamalar küçük köylüyü ve de küçük işletmeleri koruyamamaktadır. Yani, kapitalizmin yarattığı eşitsiz gelişme de Bölge ekonomisini olumsuz etkilemiştir ve halen etkilemeye devam etmektedir.

Başta Kürt sorunu olmak üzere,  içinde bulunduğumuz Bölge’nin uluslararası konumundan ve Türkiye’nin küreselleşme sürecinden kaynaklanan sorunlar, hep birlikte, kendi dinamikleri ve birbirleriyle etkileşimleri yoluyla sorunları katmerleştirerek Bölgenin durumunu gittikçe ağırlaştırmaktadır.

Kalkınma Planları ve GAP'taki Ayrımcılık

Bugün Bölge İlleri Türkiye’nin en yoksul 20 ilidir. Bu gerileme tüm Cumhuriyet tarihi boyunca devam ettiğini ,  çatışmaların yoğunlaştığı 1980 sonrasında daha da hızlandığını rakamlar gösteriyor.  GAP Projesine rağmen her geçen yıl Bölge illerinin aleyhine işlemiştir.  DPT’nin sosyo-ekonomik gelişmişlik sıralamasına göre; Diyarbakır, 1996'da gelişmişlik sıralamasında 57. sırada iken, 6 basamak gerileyerek 2003'te 63'ncü sıraya gerilemiştir. GAP'la şahlanması beklenen Şanlıurfa, tam 9 basamak gerileyerek 68'nciliğe düşmüştür. Van, 7 yılda 8 basamak gerilemiştir. Diğer illerin durumu da farklı değildir. Batman 65’ten 70. sıraya, Mardin 66’dan 72. sıraya, Siirt 68’den 73. sıraya , Şırnak 75’ten 78. sıraya, Hakkari 70’ten 77. sıraya, Bitlis 71’den 79.sıraya, Muş 76’dan 81. sıraya gerilemiştir[2].

Bölgenin geri kalmışlığını gidermek için ne tür adımlar atıldığına bakacak olursak; 1970'lerden bu yana uygulanan 'Kalkınmada Öncelikli Yöreler',  'Bölge Planları'  ve GAP gibi uygulamalara rağmen bu Bölgede gerekli kalkınma hamlesi başlatılamadığını görürüz. Şu ana kadar devletin, Bölgeye, bölgesel eşitsizlikleri ortadan kaldırmaya yönelik kalkınma adına yaptığı en önemli proje GAP projesidir. Ancak projedeki gerçekleşme oranlarına baktığımız zaman devletin GAP projesinin Bölge ekonomisine katkısı konusunda ne kadar samimi olduğuna dair bir fikre varabiliriz. GAP projesindeki gerçekleşmelere baktığımız zaman enerji ile ilgili yatırımların gerçekleşme oranı yüzde 95 iken, sulama yatırımlardaki oran halen yüzde 15‘ler civarında olduğunuz görürüz. Yani GAP projesinde, Bölgeye asıl faydası olacak sulu tarımın yaygılaştırılması için gerekli yatırımlar ikinci plana itilmiş, ulusal bir ihtiyaç olan enerjiye öncelik verilmiştir. Üstelik, gerekli altyapı yatırımları yapılmadığı için enerji üretiminden de Bölge yeterince yararlanmamaktadır.

Türkiye’de en son yapılan ve 2007-2013 dönemini kapsayan 9. Kalkınma Planı’nda da  gelişme açısından Bölge’ye öncelik verilmediği gibi bölgelerarası eşitsizliği gidermeye yönelik bir çaba olmadığı da görülmektedir.

Bölge için hazırlanan ekonomik paketlere baktığımızda, 1985 sonrası birçok ekonomik paketin açıklandığını görüyoruz. Bu paketlerden iki tanesinin daha kapsamlı olduğunu görmekteyiz:[3] 1997’de Erbakan tarafından açılan paket ile 2000 yılında Ecevit tarafından açıklanan paket. Tüm bu paketlerde Bölgeye ayrılan bölümün aslan payının GAP çerçevesindeki enerji yatırımlarına gittiğini görüyoruz. Teşvik belgelerine baktığımız zaman da, alınmış teşvik belgelerinin ne kadarının gerçekleştirilmiş olduğu hakkında elde veri mevcut olmamasına rağmen il ve bölge bazında kaç teşvik belgesi verildiği ve yapılacak yatırımlarla ilgili bazı bilgileri içeren istatistikler mevcuttur. Buna göre 2004-2007 yılı arası    Marmara Bölgesi’ne verilen teşvik belgesi sayısı 2 543 iken, bu rakam Güneydoğu Anadolu Bölgesi’nde 526’ya , Doğu Anadolu’da ise 361’e inmektedir.  Hem teşvik belge sayısı hem de yatırımlar için öngörülen sabit yatırım tutarı toplamı açısından baktığımızda, Doğu Anadolu son sırada yer almakta onu Güneydoğu Anadolu takip etmektedir. Teşviklerin dağılımındaki bu eşitsizlik, mevcut bölgesel farklılıkları daha da keskinleştirmiştir.

Doğu’ya verilen teşviklerle ilgili bir diğer söylem de, ‘biz teşvik verdik, Doğu’dakiler bunu yatırıma dönüştürmeyip Batı’da tüketime harcadılar, başlayan yatırımlar da yarım kaldı’ tezidir. 1984-1992 Özal döneminde, 1. derecede Kalkınmada Öncelikle İllerde yapılan yatırımlara, Kaynak Kullanım Destekleme Primi adı altında yüzde 50 oranında hibe verilmiştir. O dönem, Doğu ve Güneydoğu’daki hemen hemen tüm iller bu kapsamdaydı. Bu destekle Bölgede birtakım yatırımlar yapılmıştır. Bugün Diyarbakır’daki, Akyıl Tekstil, Bal Tekstil, Özkılıç Yem, Erdem Plastik gibi birçok büyük yatırım bu dönemin ürünü olan yatırımlardır. Ancak o dönemde özellikle hayvancılık konusundaki yatırımların yarım kaldığı doğrudur. Bunun da nedeni insanların parayı Batıya kaçırması değil, uygulamanın değiştirilmesinden kaynaklanan sorunlardır[4].

1992 sonrası teşvik uygulamalarında ise hibe kaldırılarak yerine kredi sistemi getirildi. Bu dönemde çıkan 4325 sayılı yasa ile bedelsiz arazi tahsisi uygulamasına geçildi. Ancak Doğu ve Güneydoğu’da yatırıma uygun devlet arazisi bulmak başlı başına bir sorundu[5]. Bedelsiz arazilerden Diyarbakır özelinde kimlerin faydalandığına baktığımız zaman bunların daha çok kentin büyük ailelerine gittiğini görüyoruz. Yine bu desteğin prosedürünün karışıklığı ve zaman alıcılığından dolayı birçok yatırımcı başvuru sonuçlanmadan bezmiş ve başvurusunu geri çekmiştir. 1995’ten itibaren ise ‘yatırımcılara maddi destek vermeyelim, bazı muafiyetler tanıyalım’ anlayışı kamuda yaygınlaşmaya başladı ve bu anlayış bu tarihten sonra çıkan tüm teşvik mevzuatında da yansımasını buldu.

2004 yılından itibaren 5084 Sayılı Kanun ile yeni bir teşvik dönemi açıldı. Bu teşvik başta 36 ili kapsarken,  siyasi baskılardan dolayı zamanla teşvikten faydalanan il sayısı 49’a çıktı. Teşvik amacından saptı.  Düzce, Osmaniye, Malatya, Afyon gibi iller Hakkari, Şırnak, Muş, Bingöl gibi çok daha geri kalmış illerle aynı desteği almaya başladı.

AKP dönemi farklı mı?

AKP hükümeti de, şimdilerde,  sık sık, daha önceki hükümetlerin yaptığı gibi ‘Doğu’nun ekonomik kalkınmasını’ dillendirmeye başladı; hatta seçimlerde Bölge’de kazandığı başarının nedeni olarak da Bölge için yaptığı ‘kalkınma hamlesi’ni gösterdi! Yine Mustafa Sönmez’in hazırladığı “Doğu ve Güneydoğu’nun Yoksullaşması ve Çözüm: Barış” başlıklı rapora dönecek olursak. AKP döneminde Doğu ve Güneydoğu’nun durumunun gerek yoksullaşma oranları, gerek işsizlik, gerek eğitim açısından daha da kötüye gittiği Sönmez tarafından istatistiki verilerle açıklanmıştır. Eylül 2007’de Diyarbakır Valiliğinden aldığım verilere göre sadece Diyarbakır’da 617.000 Yeşil Kart sahibi bulunmaktadır. Bu sayı Diyarbakır nüfusunun yüzde 41’ine tekabül etmektedir. Yine Diyarbakır’da, resmi verilere göre, işsizlik oranı yüzde 14.6’yla (2005 yılı), Türkiye ortalamasının (%10.6, 2005 yılı) üzerinde. Gayrı resmi verilere göre Diyarbakır’ın işsizlik oranı yüzde 60’lara ulaşmaktadır.  Diyarbakır’daki işsizlik oranının resmi verilerin çok üstünde olduğunu tahmin etmek için kentte yarım saat dolaşmanız yeter. Bölgenin diğer illerinde de durum Diyarbakır’dan farklı değildir. Şanlıurfa’da işsizlik oranı yüzde 14 civarında iken, Van Bölgesinde yüzde 15’e , Malatya, Elazığ, Bingöl ve Tunceli bölgesinde yüzde 27’lere ulaşmaktadır[6].

Bu döneme sosyal politikalar açısından baktığımız zaman yoksullar için 4 farklı uygulamanın yapıldığını görmekteyiz: Yeşil Kart’ın yaygınlaştırılması, okullaştırma kampanyaları, Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Vakfı’nın yardımları ve Dünya Bankası destekli Şartlı Nakit Transferleri. Tüm bu uygulamalar tabiatları gereği sosyo-ekonomik gelişmeyi hedeflememektedir; amaç sadece sosyal riskin yönetilmesidir. Ayrıca, bu uygulamalar bir vatandaşlık hakkı olmaktan çok, ‘hayırseverlik’ mantığına dayandığı için hem daha onur kırıcı olmakta hem de devletin vatandaşına sağlamakla yükümlü olduğu sosyal güvencenin yokluğunu kalıcı hale getirmektedirler.
Özetle, son hükümet döneminde de durum daha öncekilerden farklı değil. Birbiri ardına açıklanan ekonomik paketler, “GAP’a yatırım getireceğiz” söylemleri, bir türlü uygulamaya konulmayan ‘atılım hamleleri’, yardım adı altında siyasilerin direktifleriyle Doğu’ya yollanan etler….Sonuç: Bölge illerinde işsizlik ve yoksulluk daha da derinleşiyor. “Güvenlik” gerekçesiyle yapılan uygulamalar ve neo-liberal politikalar sonucu köyünde çalışarak geçimini sağlayamayan insanlar,  artık  pamuk, fındık toplamaya başkalarının tarlalarına giderek de yaşamlarını sürdüremez duruma geldiler. Bölgenin çocukları, çaresizlikten Batı’daki büyük kentlerin çöplerini toplamaya gönderiliyor. Köyler boş, okul yok, okul olsa da öğretmen yok, yol yok, zorunlu göçle kentlere gelenler hala sokaklarda…. 
Öyle anlaşılıyor ki yetkililer ya bu resmi görmek istemiyorlar, ya da gıda, kömür, Yeşil Kart gibi yardımlarla bu işi çözebileceklerini düşünüyorlar.  Kürt sorunu çözülmeden bu Bölge’nin sosyo-ekonomik gelişme sürecine girmesi mümkün değildir. Öte yandan ise, bütüncül, programlı ve kararlı sosyo-ekonomik gelişme politikalarının Kürt sorununun politik çözüm sürecine katkıda bulunacağı kesindir. 

 






[1] Mustafa Sönmez, “Doğu ve Güneydoğu’nun Yoksullaşması ve Çözüm: Barış”. www. bianet.org
[2] www.dpt.gov.tr
[3] Aydın Bolkan, ‘Ekonomik Paketler Çözüm Olmadı’, 12.04.2006, www.evrensel.net
[4] Daha önce  uygulama Türkiye Kalkınma Bankası’nda iken,  daha sonra kanunla uygulama Ziraat Bankasına devredilmiştir. Bu dönemde teşvik alanlarla Ziraat Bankası arasında çıkan sorunlardan dolayı hayvancılık yatırımları Bölge’de yarım kalmıştır. Kaynak  Kullanma Destekleme Primi  yatırımcının yaptığı harcamaların tespiti yapıldıktan sonra veriliyordu, yani bir parayı alıp kaçma durumu söz konusu olamazdı.
[5] Örneğin Urfa’da bu kanun Toprak Reformu yasası ile çakışıyordu. Diğer birçok ilde de yatırıma uygun araziler elektrik, su..vs. nin olmadığı çok taşlık bölgelerdeydi.  Yatırımcının bu arazilere gerekli altyapıyı getirmesi başlı başına bir sorundu.
[6] Mustafa Sönmez; İşsizliğin Coğrafyası 2005, www.sendika.org

Sosyo-Ekonomik Boyutuyla Kürt Sorunu

Sosyo-Ekonomik Boyutuyla Kürt Sorunu

*Published in the book "Türkiye'de Kürtler- Barış Süreci için Temel Gereksinimler", Heinrich Böll Stiftung Association, İstanbul, March 2008

Bölgenin sosyo-ekonomik durumuyla ilgili üç noktaya açıklık getirmek istiyorum. Birincisi, Bölgenin şu an Türkiye’nin en az gelişmiş illerinden oluşuyor olmasını aslında tarihsel bir perspektif içinde ele almak gerekiyor. Ne yazık ki öyle bir ayrıntıya girecek zamanım yok. Ancak bu konuda 2 vurgu yapmak isterim. İlki uluslararası dinamikler sonucu, Ortadoğu’da büyük güçlerin oynadığı roller, savaşlar..vs. nedeniyle bulunduğumuz Bölgenin tarih içinde değişen ekonomik konumu. Bir diğeri ise, Cumhuriyetin kuruluşunu takiben Türkiye’nin gelişme modelinin merkezin gelişmesine yönelik olduğu. Bunun sonucu olarak da taşranın geri planda kalarak gelişme ivmesini kaybetmesi. Kısaca söylemek gerekirse, örneğin, Osmanlı döneminde Diyarbakır Bölgenin ekonomik, kültürel ve bilim merkezi. 1927 yılında yapılan Cumhuriyet’in ilk Genel Nüfus Sayımı verilerine göre, Diyarbakır toplam sanayi istihdamı açısından, İstanbul ve Bursa’dan sonra Türkiye’nin 3. büyük kenti. 1972 DPT verilerine göre, Cumhuriyet’in ilk elli yılı sonunda sanayi üretimi açısından 27. sıraya gerileyen Diyarbakır, 2000 yılı itibariyle Türkiye’nin 81 ili içerisinde 54. sıraya kadar gerilemiştir.

İkinci önemli nokta ise yine tarihsel kökenleri olan bir konu. Genel olarak Kürt sorunu olarak adlandırabiliriz. Ayrıntıya girmiyorum zaten iki gün boyunca bu konu konuşuldu. Benim söylemek istediğim, Kürt sorunu nedeniyle, bir yandan Bölgedeki kaynaklar yok edilirken, diğer yandan da Bölgeye kaynak verilmediğini görüyoruz.

Üçüncü olarak yapmak istediğim vurgu şu: 1980’lerden başlayarak Türkiye’nin uyguladığı neo-liberal politikalar, özellikle tarım ve hayvancılığı çok hızlı bir biçimde dönüştürmektedir. Bu dönüşüm farklı biçimlerde Türkiye’nin her bölgesinde hissedilmektedir. Ancak bu Bölgenin ekonomisi yoğunlukla tarım ve hayvancılığa dayandığı için bu dönüşümün olumsuz etkileri en çok Bölgemizde hissedilmektedir. Bu dönüşümden olumsuz etkilenen kesimler için destek politikaları ise ya yoktur ya da varolan uygulamalar küçük köylüyü ve de küçük işletmeleri koruyamamaktadır.
Bu üç dinamik, yani içinde bulunduğumuz Bölge’nin uluslararası konumundan kaynaklanan sorunlar, Kürt sorunundan kaynaklanan sorunlar ile küreselleşme sürecinden kaynaklanan sorunlar maalesef üstüste binerek Bölgenin durumunu gittikçe ağırlaştırmıştır ve durum iyiye değil kötüye gitmektedir.

Bu toplantının konusu nedeniyle, güncel konulara ışık tutmamız gerektiği için ben yakın bir tarihe gelip, konuşmama oradan devam edeceğim. Öncelikle Bölgedeki mevcut sosyo-ekonomik yapıya ilişkin çok genel bir resim çizmeye çalışacağım, detaylı verilere girmeyeceğim. Öte yandan, veriler olmadan da, çıplak gözle bile bu Bölge’deki kentleri dolaşan biri, Bölgenin durumunu, sokakta çalışan çocukların, kahvehanelerin..vs. çokluğundan,  rahatlıkla anlayabilir.

-          Bu Bölgeye ne yapıldı?

Şu ana kadar devletin bu bölgesel eşitsizlikleri ortadan kaldırmaya yönelik Bölgeye kalkınma adına yaptığı en önemli proje GAP projesidir. GAP projesindeki gerçekleşmelere baktığımız zaman enerji ile ilgili yatırımların gerçekleşme oranı %95 iken, sulama yatırımlardaki oran ise halen %15‘ler civarındadır. Yani GAP projesinde, Bölgeye asıl faydası olacak sulu tarımın yaygılaştırılması için gerekli yatırımlar ikinci plana itilmiş, enerjiye öncelik verilmiştir. Enerji üretiminden de Bölge yeterince yararlanmamaktadır.

Türkiye’de en son yapılan ve 2007-2013 dönemini kapsayan 9. Kalkınma Planı’nda da  bölgelerarası eşitsizliği gidermeye yönelik bir çaba olmadığı da görülmektedir.

AB sürecinde Bölge’nin durumuna bakacak olursak, özellikle 90’lardan sonra bu sürecin hızlanması, kırsal alan için temel 3 önemli girdi olan akaryakıt, gübre ve tohum fiyatlarının artması ile kırsaldaki sıkıntılar daha da artmaya başlamıştır. Girdilerdeki bu artışa karşılık, ürün fiyatları sabit kalmakta ya da düşmektedir. Bu da  küçük çiftçileri rekabet edemez hale getiriyor. Bir yandan bu gelişmeler olurken diğer yandan da bu olumsuz gidişatı engellemek adına devlet DGD ya da teşvik primi vermektedir.  Örneğin, pamuğa verilen teşvik primi sonucu sulu alanların %90’ına pamuk ekimi tercih edilmektedir. Teşvik bittiği an pamuk üreticilerinin çoğu çok zor durumda kalacaktır, çünkü çoğu üretici sadece teşvik priminden dolayı pamuk ekimine devam etmektedir. Bugün Türkiye’de DSİ dahi sulamayı pamuk ekimine göre ayarlamaktadır. Aslında pamuk tarımı toprağın uzun vadeli kullanımını oldukça olumsuz etkilemektedir. Teşvik sisteminin yanlışlığı ürün çeşitlenmesini engellemektedir.

Bölgede kırsal duruma genel olarak bakacak olursak: Tarım ve hayvancılık çok gerilemiş durumda. (Ergani Akser süt örneği). Eskiden kendi toprağını eken, hayvancılık yapan köylüler gittikçe artan oranda mevsimlik işçilikle geçinir durumdalar. 

Kalkınma Merkezi’nin Diyarbakır-Karacadağ köylerinde yaptığı araştırma şunu göstermektedir: Ailelerin çok önemli bir oranı artık kırsal alandaki faaliyetleriyle geçinememekte, çocuklarını büyük kentlere inşaat işçiliğine ya da çöp toplamaya göndermektedir. İl içinden ve köylerden Kuzey Irak’a işçi olarak gitmek de yaygınlaşmaya başlamıştır.

Yine kırsal alanda adaletsiz toprak dağılımı ve bunun sonucu adaletsiz gelir dağılımı da ciddi bir sorundur. Bölge nüfusunun yüzde 70’i tarım sektöründe yaşadığı halde, topraktaki mülkiyet dağılımı son derece adaletsizdir. Kırsaldaki bu durum hem gelir hem karar alma süreçlerinde bağımlılık ilişkileri yaratmaktadır. Toprak dağılımı konusu  ciddi bir konudur ve maalesef Kürtleri temsil eden partiler de dahil olmak üzere hiçbir parti ya da STK  tarafından bu konu yeterince tartışılmamıştır.

Bölgedeki sanayi teşvik sistemine bakacak olursak, maalesef alınmış teşvik belgelerinin ne kadarının gerçekleştirilmiş olduğu hakkında elde veri mevcut değildir. Ancak hangi ile veya bölgeye kaç teşvik belgesi verildiği ve bu yapılacak yatırımların bazı bilgilerini içeren istatistiki bilgilere ulaşılabiliyor. Hem teşvik belge sayısı hem de bu yatırımlar için öngörülen sabit yatırım tutarı  toplamı açısından baktığımızda Doğu Anadolu son sırada yer almakta onu Güneydoğu Anadolu takip etmektedir. Burada mevcut teşviklerin yetersizliğini de vurgulamadan geçemeyeceğim. 

Sosyo-ekonomik gelişme için eğitim alanı tabii ki çok önemlidir. Peki eğitimdeki durumumuz nedir?

Diyarbakır Milli Eğitim Müdürlüğü 2007 yılı verilerine Diyarbakır’da okuma yazma bilmiyen nüfus %30. Erkeklerin %16’sı, kadınların ise %44’ü okuma yazma bilmiyor. 

Yine, Diyarbakır’da ilköğretimde ortalama sınıf mevcudu 53 kişi, kent merkezlerinde bu 65’e çıkabiliyor.

Okula başlayan her 4 öğrenciden ancak 1’i ilköğrenimini tamamlayabiliyor. Diyarbakır Türkiye’de okuldan kayıt sildirmenin en fazla olduğu il durumunda. (2 ay önce ilkokul öğretmenleri ile konuya ilişkin yapılan toplantıda öğretmenler bir öğrenci kayıt sildirdiğinde nedenlerinin üzerinde durmak yerine ‘oh! Sınıf bir kişi  daha rahatladı’ diye düşünüyoruz demişlerdir.)

Tüm bunlar şunu açıkça ortaya koyuyor, Bölgede devletin eğitimle ilgili yatırımı son derece yetersiz.  Haydi Kızlar Okula kampanyaları yapılırken bir yandan da okulların inşa edilmesi, yeterli sayıda ve nitelikli öğretmenlerin tayin edilmesi, öğrencilere eğitim materyallerinin sağlanması gibi devletin sorumluluğunda olan işlerin yapılması gerekir. Bazen basında Bölgedeki eğitim sorunu, sadece töre ya da çatışma nedeniyle insanların çocuklarını okula  göndermemelerinden kaynaklanıyormuş gibi sunuluyor. Halbuki, Bölgedeki okullar yetersiz, öğretmenler eksik, eğitimin niteliği düşük…..vs. Tüm bunlar Bölgede eğitimden beklentiyi de düşürmekte ve 8 yıllık eğitimden sonra insanların çocuklarını okula göndermemesine de neden olmaktadır.

Tüm bunların sonucu olarak Bölgede had safhada yoksulluk ve işsizlik mevcuttur. Bölge’de özellikle 1980 sonrasında işsizliğin ve yoksulluğun kalıcı, sürekli ve yaygın bir boyut kazandığını görmekteyiz. Bu Bölgede yaşanan yoksulluğun, ülkenin diğer yerlerinde karşı karşıya kalınan yoksulluktan çok daha derindir. En iyimser tahminle Bölgede ikamet eden nüfusun %60’ının yoksulluk sınırı altında yaşandığı söylenmektedir. Diyarbakır Valiliğinden geçen hafta aldığım verilere göre sadece Diyarbakır’da 617.000 Yeşil Kart sahibi vardır, bu Diyarbakır nüfusunun %41’ini tekabül ediyor. Türkiye genelinde ise ortalama 13 milyon yeşil kart sahibi olan  var (TC. nüfusunun %20’si).

Diyarbakır’da, resmi verilere göre, işsizlik oranı %14.6 (2005 yılı), Türkiye ortalamasının (%12.2, 2006 yılı) üzerinde. Gayrıresmi verilere göre ise %60lara ulaşmakta.

Bu yoksulluk ve işsizlik durumunu yaratan önemli nedenlerden biri de çatışma  ortamı ve zorunlu göçtür. Son 20 yıldır bu bölgede bir çatışma ortamı var. 1984’te başlayan bu çatışma ortamı 1987 yılında Olağanüstü Hal Bölge Valiliğinin kurulması ile dönüm noktasına ulaşmış, yaklaşık 15 yıl süren OHAL uygulaması dönemi faili meçhuller, yargısız infazlar, kitlesel gözaltılar ve ağır hak ihlallerinin yaşandığı bir dönem olarak kayda geçmiştir. Bölge nüfusunun %70’e yakınının gençlerden oluştuğunu düşünürsek, bugün Güneydoğu’da yaşayan nüfusun çoğunluğunun bu çatışma ortamı sırasında doğmuş  ve tüm yaşamları boyunca bir şekilde çatışma ortamından etkilenmiş bir nüfus olduğunu söyleyebiliriz.

Yoğunlukla 1990-95 arası yaşanan zorunlu göç, bu çatışma ortamının koşullarını daha da zorlaştırmıştır. Zorunlu göçten resmi rakamlara göre 953.680 kişi, sivil toplum örgütlerine göre ise 1,5-3 milyon arasında bir nüfus etkilenmiştir. Zorunlu göçle ülke geneline yayılmış olan nüfusun büyük çoğunluğu gittikleri kentte hiçbir kamusal destek görmedikleri için büyük zorluklarla karşılaşmışlar, yerleştikleri gecekondu mahallelerinde toplumun dışına itilmişlerdir. Zorunlu göç mağdurlarında aidiyet duygusu çökmüş, zaten zayıf olan vatandaş – devlet ilişkisi giderek kopma noktasına gelmiştir. Zorunlu göçün üzerinden yaklaşık 15 yıl geçmesine rağmen, tüm bu süre zarfında ne Bölge’nin kentlerinde ne de diğer Batı kentlerinde yaşayan zorunlu göç mağdurlarının yaşam düzeylerini yükseltmek için kamunun uyguladığı ciddi bir program bulunmamaktadır. Zorunlu göçten yaklaşık 14 yıl sonra Mart 2004 tarihinde Terör ve Terörle Mücadeleden Doğan Zararların Karşılanması Hakkında Kanun çıkarılmıştır. Bu yasanın uygulanmasında da büyük sorunlar yaşanmıştır. Örneğin Diyarbakır’da Mart 2007 itibari ile 45.000 başvurudan sadece 7.650 ‘si yani %17si sonuçlanabilmiştir (kaynak: Diyarbakır Valiliği). Bir diğer uygulama da 1999 yılında başlatılan ‘Köye Dönüş ve Rehabilitasyon Projesidir’. Bu proje kapsamında köylerine dönmek için valiliğe başvuranlar, dönüşle ilgili güvenlik engelleri olmadığı takdirde, evleri yapabilmek için inşaat malzemesi veya küçükbaş hayvan, arı kovanı gibi ayni yardımlar alabiliyor. Ancak devlet sadece güvenli ilan ettiği köylere dönüş izni verdiği için, bu proje kapsamında kalıcı olarak köylerine dönenlerin sayısı oldukça azdır .Tüm bunlar da  Devletin bu programının göstermelik olduğunu ve daha çok uluslararası baskılara cevap vermek için oluşturulduğu izlenimini vermektedir.

Bir zorunlu göç mağduru bize şöyle demişti:  ‘ Devlet biz yokmuşuz gibi davrandı’ . Maalesef  bu davranış biçimi çoğunlukla devam etmekte.

Sonuç olarak, zorunlu göç mağdurları eğitimsizliğe, işsizliğe mahkum edilmişlerdir; ne köylerine dönebilmekte, ne de kentlerde tutunabilmelerine olanak sağlanmaktadır.

Bu çatışma ortamı ve zorunlu göç Bölgedeki mevcut üretim alanlarını tahrip etmiş, meralar, köyler yakılmış, kırsaldaki üretim neredeyse durma noktasına gelmiş, kentlere akın eden bu nüfus ise kentlerde işsiz kalmıştır. İş bulabilenler ise sosyal güvencesi bulunmayan işlerde ve insani olmayan koşullarda çalışmaktadır.

Tüm bu tablo Bölge halkında geleceğe yönelik beklentileri de kötüleştirmiştir. Yine Yerel Gündem 21’in 5.706 hane üzerinde yaptığı araştırmaya dönersek, burada gelecekten beklenti ile ilgili sorulan soruya   nüfusun % 50.8 “hiç birşey değişmeyecek” yanıtını vermiş olduğunu görüyoruz, % 25 ise “daha kötü olacak” yanıtını vermiştir.

Bu da şunu göstermektedir ki Bölge halkı gelecekten umutsuzdur.

Tüm bu olumsuz tablodan sonra bu Bölgede neler yapılabilire baktığımızda, hemen şunu söylemeliyim ki burada size reçeteler veremeyeceğim. Bölgenin sosyo-ekonomik gelişmişlik konusu maalesef bugüne kadar konuşulan ama derinlemesine analizler yapılmamış bir konu olmuştur. Bugüne kadar hiçbir politik parti ve hükümet Bölgenin sosyo-ekonomik sorunlarını çözmeye yönelik ciddi bir politika geliştirmemiştir. Kürt partiler de daha çok politik  taleplere odaklanmış, bu sorunu göz ardı etmişlerdir. Ben de burada sizlere Bölgede neler yapılabileceğine dair  genel bir çerçeve sunabilirim:

İlk olarak, Bölge’nin sosyo-ekonomik düzeyinin yükseltilmesi için merkezi yönetimin, yani hükümetin niyet ve kararlılığının olması gerekir. Geçmiş hükümetlerin hiçbirinde böyle bir niyet ve kararlılık olmamıştır. Umarız bu seferkinde olur. Niyet ve kararlılığın yanısıra Bölgedeki aktörlerle (sanayici, köylü, yerel yönetim gibi) işbirliği yapılması gerekir. Bölgenin özgül koşulları iyi tahlil edilmeden, yukarıdan aşağıya, merkezden yapılan değişiklikler genellikle başarısız sonuçlara yol açmaktadır.

İkinci olarak, Bölgenin gittikçe kötüleşen ekonomik durumunun iyileşme rayına oturtulabilmesi birkaç ufak değişiklikle başarılabilecek birşey değildir. Örneğin, sadece sanayi teşviklerinde Bölge’ye ayrıcalık tanıyarak sermaye çekilebileceğini düşünmek hayalperestlik olur. Çatışma ortamının sona erdirilmesi, altyapı sorunlarının çözülmesi, kalifiye işgücü yetiştirmek, çevre ülkeler ile ticaretin artırılması için altyapı, ulaşım, sınır kapılarının modernizasyonu, tarım ve hayvancılığın geliştirilmesi gibi birçok alanda paralel dönüşümler gereklidir.

Üçüncü önemli nokta, Bölge nüfusunun geçimini sağlamak amacıyla atıl duran Bölge kaynaklarının üretime sokulması öncelik arzetmelidir. Bir Bölge nüfusu başka illere mevsimlik işçiliğe giderek daha ne kadar yaşayabilir? İnsanların büyük bir çoğunluğu kendi topraklarını ekerek kendi topraklarında yaşamak ister. Bunun koşulları yaratılmalıdır. Bölge verimli toprak, su, maden ..vs. gibi birçok kaynağa sahiptir, önemli olan bu kaynakların üretime sokulmasıdır.

Dördüncü önemli nokta altyapıdır. Altyapının olmadığı yere yatırım gelmez. Elektrik, su, yol …bunlar çok önemli. OSB’lerin altyapısı yatırımcı açısından önemli. Diyarbakır OSB’de günde birkaç kez elektrik kesintisi olabilmektedir. Yine KÖYDES kapsamında her köye su  götürülmekte, ancak köylere gittiğimizde  gerek şebeke sisteminden, gerek işletimden veya mütahhitin işi eksik yapmasından dolayı suyun kullanımında veya suya ulaşımda birçok sıkıntı olduğunu görmekteyiz.

Son olarak beşeri sermaye çok önemli. Örneğin Diyarbakır GİDEM ofisine iş başvurusundan çok, kalifiye eleman sıkıntısı çeken işverenler başvuruyor. Bir yandan çok yüksek boyutlarda işsizlik var, diğer yandan ise kalifiye eleman açığı mevcut. Burada da mesleki eğitimin önemi ortaya çıkıyor. Bu alanda önemli olan mesleki eğitimin sanayinin gereksinmelerine uygun şekilde yapılmasıdır.

Ben, bu sınırlı zamanda size ancak birkaç öneride bulunabildim. Tabii ki bu konu çok boyutlu bir şekilde ele alınmalı ve bütüncül bir yaklaşım benimsenmelidir. Kısacası, tek tek birtakım kısmi müdahalelerle Bölgeyi bir gelişme ivmesine sokmanın imkansız olduğunu düşünüyorum. En ayrıcalıklı teşvikleri versek bile, söz ettiğim gibi topyekün bir dönüşüm içine girilmedikçe istediğimiz sonuçları alamayız. Ancak, daha önce de söylediğim gibi burada en öncelikli nokta hükümetin niyet ve kararlılığı ve bunu Bölgeyle işbirliği içinde yapmasıdır.