Güney
Kürdistan’da İlk Gün
Uzun yıllardır görmek
için sabırsızlandığım Güney Kürdistan’dayım sonunda. Gece konakladığımız Divan
otele geçiyorum, otelin lüks ve ihtişamı beni şaşırtıyor. Sabah eski birkaç
dostu ziyaretle programımıza başlıyoruz. Otelin bulunduğu mevkide oldukça şık ve lüks villalardan
oluşan siteler görüyorum. Royal Village, British Village…gibi isimleri olan sitelerdeki
bu villalar hem konut hem işyeri olarak kullanılıyorlar. Yakın bir dostumu
görmeye gittiğim British Village’da Ernst&Young, Deloitte gibi dünyaca ünlü
birçok firmayı görüyorum.
Hayatımda görmediğim
kadar lüks araba var, çoğunluğu devasa jeepler. Bizi gezdiren arkadaşımız
Kürdistan’da araçlardan vergi alınmadığı için
araçların ucuz olduğunu belirtiyor. Benzin de çok ucuz olduğu için
herkesin genelde arabası var. Kimi evlerde 4-5 jeep olduğunu söylüyorlar. Biz
de 20 dolara arabamızın deposunu dolduruyoruz. Boş otobüs duraklarını görüyorum.
Mihmandarımız toplu taşımanın denendiğini ancak benzin ve dolayısıyla
taksilerin de çok ucuz olmasından dolayı toplu taşımanın tutmadığını ve
kaldırıldığını, sadece boş durakların kaldığını belirtiyor.
Erbil’in kaldığımız
Bölgesi Körfez ülkelerini andırıyor. Çok şık oteller yükseliyor, caddeler
tertemiz ve geniş, şık alışveriş merkezleri ve Costa Rica Cafe…gibi renkli
kafeler mevcut. Türkiye’deki markaların çoğunluğu burada var. Tüm bu yolları,
otelleri, alışveriş merkezlerini Türk inşaat firmaları yapıyor. Otelde
çalışanlar Kürtçe’nin yanısıra İngilizce ve genelde Türkçe biliyorlar. Otelin
içinde kurulan Beymen’in satışlarının çok yüksek olduğunu öğreniyorum.
Erbil koca bir inşaat
halinde. Her yerde otel ve alışveriş merkezleri yapılıyor. Bir de bol müze
yapılıyor. Eski Erbil yönünde ilerliyoruz, Erbil’in ünlü kalesi de tadilatta.
Hava fazla ısınınca yolda Trabzonlu olduğunu öğrendiğimiz bir satıcıdan şapka
alıyoruz. Trabzonlu Ahmet Erbil’de yaşamaktan duyduğu memnuniyeti anlatıyor.
Erbil’in ünlü Kayseri Çarşısı da tadilatta, şık ipek ve kadife kumaşlar parlıyor.
Ancak fiyatları söylenildiği gibi ucuz değil. Akşamüzeri gittiğimiz Family Mall
adındaki alışveriş merkezinde bulunan Mado’da birşeyler atıştırıyorum.
Özellikle teknolojik aletlerde ciddi bir fiyat farkı var Türkiye ile.
Türkiye’den çok daha ucuz. Yine teknolojiyi bizden daha sıkı takip ediyorlar,
Ipad 2 arıyorum oğluma ama bulamıyorum. Bırakın Ipad 2’yi, Ipad 3 bile yok,
çünkü her yerde Ipad 4 satılıyor!
Hiç dilenci görmüyorum.
Oldukça kalabalık olan eski Erbil bölümü ve çarşıda cam dolapların içinde
sokakta para bozduran dövizcileri görüyorum. Bir kasa doları öyle bırakıp yemek
yemeye gidebiliyorlar. Mihmandarımız burada hiç hırsızlık olmadığını söylüyor.
Yine yoksul olmakla birlikte bizim anladığımız anlamda aç kimsenin olmadığını
öğreniyorum. Herkese devlet maaş bağlıyor, ve gıdayı da devlet her eve veriyor.
Yine birçok aileye ev ve araziyi de devlet veriyor.
Akşam Rotanda denilen
Lübnan restoranına davetliyiz. Restoran çok şık, Arap bir sanatçı Lübnan
müziğinin güzel örneklerini sergiliyor. İçeri giren oldukça şık kadınlar ve
erkekler muhteşem yemeklerin yanında şaraplarını yudumluyorlar. Herkes bize iş
için mi Kürdistan’da olduğumuzu soruyor, sadece gezmek ve Kürdistan’ı tanımak
deyince afallıyorlar. İnsanların Kürdistan’a daha çok iş için geldiğini
söylüyorlar. Sonunda Kürdistanlı bir işadamı “Nurcan Hanım, bence siz
Kürdistan’ın ilk turistlerisiniz” diyerek kahkahayı basıyor.
Ben Kürdistan’ın ilk
turisti olarak programımı anlatıyorum, Halepçe’ye gideceğim, Barzan katliamının
yaşandığı Bölgelere gideceğim, Molla Mustafa Barzani’nin mezarına gideceğim,
Enfal katliam kurbanların kabristanlarına gideceğim, savaşın ilk başladığı
yerlere gideceğim, İran sınırına gideceğim, Süleymaniye, Şaklava, Ravanduz,
Duhok, Mahmur… gibi listem uzun. Kürdistan’ı baştan aşağı gezeceğimi
söylüyorum. Masadaki Türk ve Kürt işadamları biraz şaşkın. Birçoğu buralara
gitmediklerini söylüyorlar. Halepçe’de halen gazın etkisi olduğu için hamile
isem gitmemem konusunda uyarıyorlar.
Ertesi sabah erkenden,
şık ve zengin Erbil’den çıkarak başlıyorum Kürdistan’ı gezmeye.
Kürdistan’da
Renkli Seçim
Erbil’in içinde olduğu
gibi dışında ve yolların hepsinde farklı partilerin bayrakları yolları
süslüyor. 21 Eylül’de Kürdistan’da parlamento seçimleri var. Seçime birçok parti giriyor. Seçimlere
katılacak tüm siyasi partiler Kürdistan Demokrat Partisi, Kürdistan
Yurtseverler Birliği, Goran Hareketi, Kürdistan İslami Partisi ve diğerleri seçim
kampanyasını aktif şekilde yürütüyorlar. Tüm partiler ve adaylar eşit haklara
sahipler. Tüm Erbil ve hatta tüm Kürdistan en ücra köy ve kasabalara kadar
seçim afişleri, adayların resimleri ve renk renk bayraklarla dolu. Sarı
Barzani’nin, Yeşil Talabani’nin, Mor Goran partisinin, turuncu bayraklar İslam
partisinin bayrakları. Erkek adayların yanı sıra kadın adayların resimleri de
tüm Kürdistan sokaklarını süslüyor. Parlamento’da %25 kadın kotası olduğunu,
şuan ki temsiliyetin %33 civarında olduğunu öğreniyorum. Erbil’den doğuya
Süleymaniye’ye doğru gittikçe kadın adayların resimleri farklılaşıyor, başı
açık kadın adaylar duvarları süslemeye başlıyor. Erbil ve civarında daha çok
Barzani’nin KDP’sinin bayrakları yollarda yoğunken, Erbil’den doğuya KYB ve
Goran Hareketinin bayrakları artıyor. Doğuya doğru komünist partinin çekiç
oraklı bayrakları yoğunlaşıyor, Arap harflerini çekiç orakla yan yana bir
bayrak üzerinde görmek oldukça ilginç. Bölgesel Seçim Komisyonu seçim öncesi
kampanyanın şeffaf ve demokratik olmasını sağlamak için elinden geleni yapıyor.
Her kesimin parlamentoda temsil hakkı var. Seçim dönemi tüm partiler hükümetten
destek ve para alıyor. Birkaç ay önce Bağdat’tan 250 Ermeni ailenin Erbil’e
yerleştiğini ve bu nedenle parlamentoda hemen Ermeni kotası açıldığını
öğreniyorum. “Bir gün inşallah Türkiye’de de olur” diye aklımdan geçiyor.
Barzani Bölgesinde Talabani bayraklı araba ve evler görürken, Talabani
Bölgesinde de Barzani bayraklı ev ve arabalar görebiliyorum. PKK ve Öcalan
bayrağı hiç görmüyorum. Sadece Halepçe’ye giderken geçtiğim Said Sıddık
kasabasında tek bir evde Öcalan bayrağının dalgalandığını gözlemliyorum.
Yollarda sık sık
kontroller var. Kerkük’ten geçmemiz gerekiyor, bu eski peşmerge olan şoförümüz
Hasan’ı çok rahatsız ediyor. Kerkük girişindeki kontrol diğerlerinden farklı,
buradaki kontrollerde Türkmenlerin yanı sıra MİT’in de olduğunu söylüyorlar.
Arabadan indiriliyoruz, detaylı bir sorgudan geçiyoruz, Kerkük’e
girmeyeceğimizi, sadece Halepçe’ye gitmek için Kerkük’ten geçtiğimizi
anlatıyoruz. Bizi sorgulayan kadın yerel kıyafetli bir Kürt, harika yüzükleri
var, çok beğeniyorum, bana hediye etmek istiyor. Şoförümüz bu şehir çok
tehlikeli, hep bomba patlıyor, kimin ne olduğu bu şehirde belli değil, akşam
dönüşte dağlardan dönelim, Kerkük yolunu kullanmayalım deyip duruyor. Çok
korktuğunu gözlemleyince, akşam uzak olan dağ yollarından dönmeye karar veriyoruz.
Kerkük’te hiç ağaç
görmüyorum. Şehrin üzerinde koca bir toz bulutu var, gökyüzü garip bir
kırmızıya çalıyor. Petrol rafinerilerinden çıkan ateşleri görüyoruz, onlar sürekli
yanıyor Kerkük’te. Kerkük bu kadar petrol ve maden zenginliğine rağmen çok
yoksul görünüyor, evlerin çoğu yığma kerpiç, hiç durmadan kırmızı Kerkük’ten
çıkıyoruz.
Süleymaniye eski ve
büyük bir şehir, KYB hakim görünüyor. Kadınları sokakta daha yoğun görüyorum,
oldukça rahat giyiniyorlar. Süleymaniye’de yoğun trafikten dolayı şehirden çıkmak hiç kolay olmuyor. Oldukça
kalabalık ve güzel bir şehir. Burası niye başkent değil diye düşünüyorum.
Şoförümüz buranın çok doğuda ve sınıra yakın olduğunu, Kürdistan’ın diğer
bölgelerinden uzak olduğunu, o nedenle stratejik olarak Erbil’in başkent
yapıldığını söylüyor.
Süleymaniye’den sonra
geçtiğimiz Arbat da canlı bir yer. Komünist partinin bayrakları Arbat’ta daha
yoğun. En ücra kasabalara kadar giren
bazı Türk markaları var. Merinos, Bellona, İstikbal ve Antep kökenli Zer Yağ
tüm yol boyunca geçtiğim yerleşim birimlerinde mevcut. Kürdistan’da neredeyse
her şeyin dışarıdan ithal edildiğini öğreniyorum.
Kürdistan’da sokaklarda
çok az insan var. İnsanlar genelde evlerinin içinde ya da alışveriş
merkezlerinde. Sokak ve caddelerin bu ıssızlığı doğuya gittikçe artıyor. Yoğun
araç trafiği ve kontroller arasında İran sınırına doğru iletiliyoruz. Sokakta
tek tük insan görmeye başladığımız bir kasabaya daha giriyorum. İşte
burası Halepçe diyorlar.
Hey
Gidi Dünya!
Halepçe küçük bir
kasaba. Dağların arasında, sanki ondan sonra yol yok izlenimi veriyor, sanki
son durak. Dışarıda az sayıda insan var, öğlen arası olduğu için bakkalların da
çoğu kapalı. Yıkık evler var ama fazla değil, genel olarak toparlanmış görünüyor,
gri ve beyazın dışında özellikle rengarenk boyandığı belli olan birkaç ev
görüyorum. Önce Halepçe müzesine gidiyoruz. Ancak tüm Kürdistan olduğu gibi bu
müze de tadilatta. Bari bahçesine girelim diye güvenlikle konuşuyoruz, “yasak”
diyor. Ta Amed’den Halepçe’yi görmeye geldiğimizi anlatıyoruz. Güvenlik bayağı
şaşkınlık yaşıyor. Amed’den gelmiş olmanın hatırına bize izin veriliyor, müze
ve toplu mezara giriyoruz. Göğe yükselen bir el şeklinde yapılan binadan
dağların arasındaki bu şehre tekrar bakıyorum. Ah Halepçe vah Halepçe!
1988’de 5000 kişinin
öldüğü 7000 kişinin yaralandığı Halepçe katliamından sonra kalanların çoğu
kanser oluyor, son yıllarda kanser vakaları azalmaya başlamış. Müzeden çıkıp
katliam mağdurlarının kabristanına gideceğiz. Şoförümüz Kürdistan’daki
Kürtler’in çoğunluğu gibi Halepçe’yi pek bilmiyor. Okula giden kız öğrenciler
yollarda. Başları genelde açık, dizde bir gri etek ve beyaz külotlu çorap
giymişler. Bu kızlardan birine soruyoruz Halepçe mezarlığının yolunu. Birkaç
yanlış yol denemesinden sonra kabristanı buluyoruz.
Mezarlığın girişinde “Baas partisi üyeleri bu mezarlığa
giremezler” yazıyor. Mezarlıkta toplu ve tek tek mezarların olduğu bölümler
var. 1500, 450, 150…gibi kişinin beraber gömüldüğü toplu mezarların yanında
kimyasal füzelerden kalan parçalar sergileniyor “bizi bu öldürdü” der gibi.
Her toplu mezarın
üzerinde Kürdistan bayrağı var. Toplu mezarların yanı sıra, tek tek yapılan
mezarlara da uğruyoruz. Bu bölümde ellerini duaya açmış yüzü olmayan bir kadın
heykeli karşılıyor bizi. Tüm mezarlarda
birer Fatiha okuyoruz. Bizim dışımızda mezarlığı gezen bir kişi daha
var. Fransa’dan gelen bir yönetmen olduğunu öğreniyorum. Hükümet Enfal
katliamlarının duyurulması için ünlü yönetmenleri Avrupa’dan çağırıp onlara
filmler yaptırıyor, yine birçok yerde anıtlar inşa ediliyor. Mezarlık fazla
bakımlı değil, bu bizi üzüyor, anladığım kadarıyla Halepçe 1988’den beri daha
yeni yeni kendine geliyor. Halepçe’de özürlü doğum oranının Nagazaki ve
Hiroşima’dan 4-5 kat daha fazla olduğunu öğreniyorum. Bir sürü sakat çocuk
görüyorum, gözlerde derin bir hüzün var. İnsanların kimyasal silaha nasıl yakalandığını
anlatıyorlar. Bir kadın çocuklarına havuç doğrarken ölüyor, bir çocuk anasının
sütünü emerken son buluyor yaşamı. Halepçelilerin acı dolu gözlerine bakarken
aklıma düşüyor Şivan’ın şarkısı: Hey gidi dünya, kime yetmiyorsun?
“Hey gidi Dünya
Zulmü ve güzelliği ile
Dünya
Sanki sen insanlara
yetmiyor musun?
Sen hoş ve güzel
insanlar yaptın, yarattın.
Neden insanların
gözleri doymuyor.
Kah senin üzerinde
güzellikler yapıyorlar
Kah kara duman ve
bulutlar yağdırıyorlar senin üzerinde.
Birbirlerinin soyunu
kurutuyorlar.
Hey gidi insan! Senin
gözün neden doymuyor?
Yoksa dünya yüzeyi sana
yetmiyor mu?
Önceki gün Nagazaki,
Hiroşima…
Dün Vietnam’da…
Ve bugün Kürdistan’da
Halepçe az mı sanki?
Yıl 1988 Mart ayı.”[1]
Nurcan Baysal, Eylül
2013, Diyarbakır
As published in Birgün Newspaper on 30.09.2013
[1] Şivan
Perwer “Halepçe” şarkısı. http://www.kurtcesarkisozu.com/2012/03/sivan-perwer-halepce-sarki-sozleri.html
No comments:
Post a Comment