Friday, July 3, 2015

Dil yarası ve annem

Dil yarası ve annem
Anadilinizi bilmeyince bir şeyler hep yarım kalıyor. Amcanız, dayınız, neneniz, akrabalarınız hepsi var ama bir yandan aslında yoklar. Geçmişiniz yok gibi, yumurtadan çıkmışsınız gibi...


NURCAN BAYSAL

Altı yaşında düştüğüm yüksek merdivenler, Cuma günlerimin kabusu olmuştu. Düşme sonucu darmadağın olan dişlerimi tekrar yerine oturtmak dört-beş yıl alacaktı. Bu yıllar boyunca her Cuma günü gittiğim dişçi koltuğunda, beni dişçiden çok daha fazla korkutan başka bir şey vardı: Annemin Türkçeyi iyi konuşamaması!
1980'lerin başlarında, Dağkapı ve Fiskaya arasında şehrin hastanelerinin bulunduğu cadde, her ne kadar ismi farklı olsa da, benim gözümde “askerler caddesi”ydi. Askeri hastanelerden devlet hastanesine kadar neredeyse tüm hastanelerin toplandığı bu caddenin hemen bitiminde başlayan geniş askeri birlik bölgesinden dolayı caddede yoğun bir askeri kalabalık olurdu. Ben de askerleri ve tankları, bu caddenin sahipleri gibi algılardım.
Türkçe iyiydi, Kürtçe kötü
80’lerde “Vatandaş Türkçe Konuş, Çok Konuş” propagandasının yoğun yapıldığı yıllarda ilkokula başlayan bir çocuk olarak, öğretmenimin öğrettiklerinin izinde sadece kendim en iyi şekilde Türkçe konuşmaya çalışmaz, yakınımdakilerin de bu dili en iyi şekilde kullanmasını isterdim. Okulda bana öyle öğretilmişti: Türkçe iyiydi, Kürtçe kötü. Türkçe konuşan iyiydi, Kürtçe konuşan kötü. Biz “iyi” çocuklar olarak ailemiz ve çevremize örnek olmalı, onların da “iyi” insanlar olmalarını sağlamalıydık. Ama şöyle bir sorun vardı: Hiç okula hiç gitmemiş annem, uzun yıllardır şehirde yaşamasına rağmen hâlâ Türkçe-Kürtçe karışık konuşuyordu.
15 yaşında evlenerek köyden şehre gelen annem, şehre ilk geldiğinde hiç Türkçe bilmiyormuş. Türkçe karışık bir Kürtçe'den zamanla Kürtçe karışık bir Türkçe’ye geçti. Bu benim küçük dünyamda ciddi bir sorundu. Okul toplantılarına gelip öğretmenimle güzel Türkçe konuşacak, resmi bayramlarda okul gösterilerinde okuyacağım şiirleri dinleyecek, alkışlayacak bir ebeveynim yoktu.
Okulu bir şekilde idare ediyordum ama doktora gitmek için anneme ihtiyacım vardı. Şehitlik'teki evimize çok uzak olan Hastaneler Caddesi’ne her Cuma annemle gitmek zorundaydım. Askerlerin, tankların, Kürtçe konuşanlara hiç de kibar davranmayan Türkçe konuşan doktorların arasında geçireceğim bir saat, bana ıstırap gibi gelirdi. Perşembe günlerinden itibaren karın ağrılarım tutar, beni bir korku salar, Cuma günü o caddeden çıkana kadar da geçmezdi.
Korkuyordum…
Mesele, annemin Kürtçe konuşmasından utanma meselesi değildi sadece. Korkuyordum da. Doktorun soracağı bir soruya olur da annem Kürtçe cevap verirse, acaba anneme bir şey yaparlar mıydı? Bu nedenle doktorun anneme sorduğu her soruya ben karşılık verir, böylece kendimce annemin bir “hata” yapmasını engellemeye çalışırdım. Doktor da karşısında korkudan kıpkırmızı olan bu küçük kıza bakar, anneme sürekli “Ne kadar zeki bir kız, her şeyi biliyor” derdi. Muayene bitiminde o caddeden çıkana kadar annemin elini sıkı sıkı tutar, onu askerlerin arasından hızla sürükleyerek oradan uzaklaştırmaya çalışırdım. Kendimce annemi “olabileceklerden” korumaya çalışıyordum.
Annem güzel Türkçe konuşsun diye ona ne çok baskı yaptım, ne çok... Sürekli annemin kelimelerini Türkçe’siyle düzeltirdim. Bugün, düşünüyorum da annem için epey zor olmuş olmalı çocuklarından bu muameleyi görmek. Uzun yıllar boyunca, lisede bize yapılanları idrak edip aklım başıma gelene kadar, anneme kendi kimliğini unutması için baskı yaptım.
Anadilini bilmemek, anadilinden böylesine hoyratça koparılmak, anadilinin ve kimliğinin sürekli aşağılandığı bir ortamda büyümek, benim gibi birçok Kürt çocukta derin yaralar açtı. Dil yarası, sadece anne babalarımızla da değil, birçok yakınımızla ilişkilerimizde de belirleyici oldu.
Dilsizlik kimsesizlik demek
Anadilinizi bilmeyince bir şeyler hep yarım kalıyor. Bir yandan amcanız, dayınız, neneniz, akrabalarınız hepsi var ama bir yandan aslında yoklar. Çünkü geçtiğiniz tek dilli ve tek kimlikli eğitim sistemi sonucu, artık onlarla aynı dili konuşmuyorsunuz. Aynı dili konuşmamak, gülerken ve ağlarken aynı sesleri vermemek, ilişkilerinize de bir mesafe koyuyor. Geçmişiniz yok gibi, yakınlarınız yok gibi, yumurtadan çıkmışsınız gibi…
Bunca yıl geçti, Kürt çocuklar halen anadillerinde eğitim alamıyorlar. Dillerinin “kıymetsiz” olduğu kafalarına yerleştiriliyor. Türkçe'nin “daha iyi” olduğunu düşünerek büyüyorlar. Sadece dillerinden değil, bu dilin ait olduğu tüm evrenden utanıyorlar. Bugün Kürtçe’ye doğru politik ve entelektüel bir akıntı olmasına rağmen, Kürt çocukların dil algısı değişmiş değil. Kürt çocuklar için Kürtçe hâlâ “köyün dili”, “evin dili”, kopulması, bırakılması gereken dil. Onların başına gelecekleri biliyorum. Ne olursa olsun, hayatları boyunca kendilerini “eksik” hissedecekler. “Yarım” kalacaklar. Eğer bu kopuş benimki kadar sert olduysa, “kimsesizlik” duygusu da onlara sık sık eşlik edecek.
Annemin ninnileri
Geçmişte dilimizden utanmamız, dilimizden korkmamız sağlandı. Başarılı oldular. Boynumuz bükük gezdik. Ama bugün, 30 yıl sonra, hâlâ Kürt çocukların böyle büyüdüğünü görmek içimi çok acıtıyor.
Şimdi, bu yazıyı yazdığım anneler gününde, hayatın telaşından yanına uğramaya fırsat bulamadığım annem, keşke yanımda olsa da, bana çocukken söylediği Kürtçe ninnileri söylese…
*As published in YüzdeON.5

No comments:

Post a Comment