Diyarbakır Suriçi, 101. Gün!
Bu satırları size
Suriçi’nin hemen dibindeki büromdan yazıyorum. 101 gün sonra ilk defa bugün
bomba ve top sesleri gelmiyor. Garip bir sessizlik var şehirde.
2 Aralık’ta başlayan
Suriçi’ndeki dördüncü sokağa çıkma yasağı 101 gündür aralıksız
devam ediyor. Sokağa çıkma yasağı
Suriçi’nin 6 mahallesinde Hasırlı, Fatihpaşa, Cevat Yılmaz, Dabanoğlu, Savaş,
Cevatpaşa mahallelerinde aralıksız devam ederken, Lalebey, İskenderpaşa,
Ziyagökalp… gibi mahallerinde ise kısa aralarla ilan edildi.
En az 5000 yıllık
tarihe sahip Suriçi Diyarbakır’ın kalbi, merkezi… Suriçi’ni çıkardığınızda,
Diyarbakır Diyarbakır olmaz artık, boşalır, kurur…
18
Şubat’tan bugüne neler yaşandı…
18 Şubat’ta Diyarbakır
Suriçi’nin yasaklı mahallelerinde bir bodrumda mahsur kalan DİHA muhabiri
Mazlum Dolan’ın yolladığı mesajla, Suriçi’nde bodrumlarda sivil insanlar
olduğunu öğrendik. Mazlum’un mesajı şöyleydi:
“Durum
kötü bir bodrumdayız. Aileler ile birlikteyim, çok yakında bir Cizre olayının
benzeri olabilir. Çatışmalar çok şiddetli, olduğumuz yerler yoğun bir şekilde
bombalanıyor, havan ve tanklarla vuruluyor. Havadan vuracağız hepinizi,
öldüreceğiz anonsları yapılıyor. Kendinize iyi bakın, arkadaşlara
selamlar."
Bu mesajdan yaklaşık 1
saat sonra, saat 14:57’de Mazlum’dan bir mesaj daha geldi:
"Yaralılar
var. Durumu ağır olanlar da var. Benim bulunduğum yerde 30 kişi. Diğer yerlerde
de ortalama 200 kişi var. Bebekler, yaşlılar var. 4 aylık bebekler bile var.
Şarj sorunu var."
2 gün sonra, kamuoyu ve
sivil toplumun baskısıyla yaralı Fatma Ateş’le birlikte Mazlum Dolan ve 5 sivil
daha bodrumdan çıkarıldılar. Fatma Ateş, yüz metre ötede duran ambulansa daha
yetişemeden kan kaybından hayatını kaybetti. Fatma Ateş’le birlikte çıkan 2
kızı ve diğer kişiler tutuklandılar.
18 Şubat’tan itibaren, devlet
kurumları ve ilgili yerlerle sık sık görüşerek bodrumlarda mahsur kalan
insanların sağ salim çıkması için çaba sarf ettik. Bu çabalarımıza Batıdan dönüşümlü
gelen dostlarımız da katıldılar. Diyarbakır HDP milletvekili Sibel Yiğitalp
bodrumlarda mahsur kalan insanlarla sürekli irtibat halinde idi. Bu telefon
görüşmeleri kimi zaman yanımda yapılıyor, kimi zaman kayıtları dinliyordum. Tüm
bu görüşmeleri gün be gün ilgili kamu birimlerine dinleterek, devlete -aslında
gayet iyi bildiği- içeride yaralılar, siviller olduğunu anlatmaya çalışıyorduk.
20 Şubat tarihinde
içerideki sivillerden 57 yaşındaki Seniha Sürer ile yapılan görüşmede –bu
görüşme benim yanımda yapıldı- arkadan şiddetli bebek ve çocuk ağlama sesleri
geliyordu. Seniha Ana anlatıyordu:
“İyi değiliz. Buradaki evlerin hepsi yıkılmış,
binalar yıkılmış, kalacak hiçbir yer kalmamış, bir bodrumdayız. Yanımızda
çocuklar var, bebekler var, yaralılar var, o yaralıların kanlarını çocuk
bezleri ile durduruyoruz. Ne su var, ne elektrik var, yani ne diyeyim… Bu
bodrumda 30-35 kişi var, ama başka yerlerde de insanlar var, enkaz altında da
var. Bilmiyoruz, birbirimizi görmüyoruz, başımızı kaldığımız yerden
çıkartamıyoruz. Günde en az 20 havan, top geliyor bize. Kimsenin kimseden haberi
yok, perişan bir haldeyiz. Siz niye bir şey yapmıyorsunuz, niye bir yere
başvurmuyorsunuz? Böyle adalet mi olur?”
Seniha Ana haklı olarak soruyordu niye bir şey yapmıyorsunuz diye. Oysa
onlara sadece 100 metre ötedeydik ve bombalanan alanı izliyor ama giremiyorduk.
Her bomba, top atışı, havan, çatışma sesini ayırt edebiliyorduk, ama
durduramıyorduk.
Bu insanları bodrumlardan kurtarabilmek için kamuoyu oluşturmanın
önemli olduğunu düşünüyorduk, Sur Cizre gibi olmamalıydı… Bir Cizre’yi daha
kaldıramazdık. Doğrusu bu süreçte kamuoyu oluşturmak için başta HDP milletvekili
Sibel Yiğitalp ve Nursel Aydoğan olmak üzere HDP’li vekiller, DBP il başkanı
Ali Şimşek, sivil toplum örgütleri ve aktivistler olarak epey çaba harcadık.
Bombalanan alana 100 metre ötedeki Dicle-Fırat Kültür Merkezinde ailelerle
birlikte nöbet tutuluyor ve her gelişmeyi kamuoyuna aktarmaya çalışıyorduk.
İçeride kaç kişi
olduğunu bilmiyorduk ama tahminler 150-200 civarında insanın bodrumlarda mahsur
olduğuydu. 30 civarında kişinin YDG-H’lı,
gerisinin sivil olduğu düşünülüyordu.
“Anne bom, koş”
23 Şubat’ta bu sefer
içeriden 10 yaşındaki çocuk Şewbin ile konuşuyoruz:
“Ben kötüyüm. Toplar
geliyor, havan geliyor, biz korkuyoruz. Durumumuz kötü. Ben 10 yaşındayım. 2006
doğumluyum, yarın doğum günüm. Kardeşim sürekli bağırıyor. Sürekli “anne bom,
koş” diyor. Ben de çok korkuyorum. Evimize bomba atarlar geliyor. Binaların
altında öleceğiz, kimse cenazelerimizi bile görmeyecek. Annemin psikolojisi de
bozuldu. Burası soğuk. Helikopter sobanın dumanının görünce direkt bomba atar
yağdırıyor, o nedenle soba yakamıyoruz. Bizi kurtarıyorsanız kurtarın,
kurtaramıyorsanız ya biz kendimizi öldüreceğiz ya da polisler bizi
öldürecekler…”
23 Şubat sabahı İstanbul’dan gelen bir grup aydın da çabalarımıza katılıyor.[1]
Valilik ile görüşerek sivillerin denetiminde bir yaşam koridoru açılmasını istiyoruz.
İçerideki insanlar, daha önceki deneyimlerden dolayı sadece özel timlerin
olduğu bir alanda dışarı çıkmak istemiyorlar. Valilik bunu kabul etmiyor, saat
16:00-17:15 arası bombardımanı durduracağını, o arada isteyenlerin
çıkabileceğini söylüyor. Alana gidiyoruz, ancak saat 16:10’da bombardıman
başlıyor ve kimse dışarı çıkmıyor.
Ertesi gün, 24 Şubatta bu grupla birlikte, Diyarbakır’daki bazı sivil
toplum kuruluşlarının da desteğiyle bir basın bildirisi kaleme aldık, ve Dağkapı’da
yaptığımız basın açıklaması ile kamuoyuna duyurduk.[2]
Talebimiz “içerideki insanların güvenli çıkması için sokağa çıkma yasağına 1
günlük ara verilmesi” idi. Basın bildirisini okurken bile sıkıntılarla
karşılaştık. Aynı gün Valilik tarafından açılan 1,5 saatlik yaşam koridorundan
da kimse çıkmadı.
“Sibel,
ne olur çocuklarım ölmesin, daha çok küçükler”
Bombardıman ve top atışları aralıksız devam ediyor. 25 Şubatta bodrumda
mahsur kalanlardan biri olan Remziye Tosun’dan mesaj alıyoruz. Milletvekili
Sibel Yiğitalp’in telefonuna gelen mesajda Remziye: “Sibel, ne olur çocuklarım
ölmesin, daha çok küçükler” diye yazmış.
İçimiz yanmış
Remziye’yi düşünürken, o sırada telefon çalıyor, arayan bodruma sığınanlardan Reyhan Kavak. Reyhan’la konuşuyoruz:
“Sizin heyet olarak
içeri girip bizi almanız lazım. Siz içeri girmeyinceye kadar bu halk çıkmaz.
Yoğun bombardıman var şuan. Hem tank atışı yapıyor, hem doçka, hem bombatar,
bizim camlar hep kırıldı, duvarlar delik deşik, gidecek yer de yok, ev de
kalmadı. Çocuklardan birisi kafasından havan yedi, kolu da delindi, diğer
çocuğun koluna bir parça geldi, kolu çok kesildi, biri 10, diğeri 11
yaşında. Yanımda başka çocuklar da var.”
Biz onunla konuşurken tank
atışı Reyhan’ın kaldığı evin karşısına geliyor.
“Biz bu eve 17-18 kişi
sığınmışız. Diğer yerlerden haberimiz yok, kimse kimseden haber alamıyor, şuan
ayakta tek bina kaldı, o da bizim bina, bu bina yıkılırsa bizim bodrumumuz da
yok, 2 odayı da yıktılar, birinin duvarları yok, diğerinin camları, biz ara
girişte oturuyoruz.”
Böyle saatler ve günler geçiriyoruz. İçeride yakınları olan ailelerle
birlikte Dicle-Fırat Kültür Merkezinde top, tank atışları arasında geceler
sabah, sabahlar gece oluyor. Her bir aile içeride kalan evladının ya da
anasının babasının hikâyesini anlatıyor. İçeriden mesajlar geliyor, bazı
çocuklar atılan havan toplarıyla yaralanıyor, birinin bacağı kopuyor, birinin
kafasındaki yara iğne iplikle dikiliyor. 100 metre ötemizde, sadece 100 metre…
ve biz hiçbir şey yapamadan izliyoruz. İçerde mahsur kalanların yolladığı kafası
yaralanan çocuğun kafasının dikildiği videoyu elimdeki telefondan izlerken kendimi
sürreal bir filmin içindeymişim gibi hissediyorum. Anlatması da, inanması da ne
kadar zor! 100 metre ötemizde bir çocuk yaralanıyor, biz ona ulaşamıyoruz ve
çocuğun bağrışları arasında kafası iğne iplikle dikiliyor!
Bir yandan da içeride 12 yaşındaki oğlu kalan Fatma ile atılan havan
toplarını sayıyoruz, her havan topu atıldığında, şimdi kim öldü diye
düşünüyoruz. Fatma anlatıyor hikayesini:
“Daha küçüktür, okula
gidiyordu. Biz Sur’da oturmuyoruz, oğlum Sur’da yasağa 17 saatlik mola
verildiği gün (2 Aralık) okuldan gelince merak edip Sur’a gidiyor, o gün
yasak tekrar başlayınca orada kalıyor, bir daha çıkamıyor. 10 gün sonra bizi
bir adamın cep telefonundan aradı, ‘merak etmeyin, içeride kaldım bir adamın
yanındayım’ dedi. Oğlumdan neredeyse 3 aydır haber alamıyoruz. Daha 12 yaşında
oğlum. Bu küçük çocukların günahı, suçu nedir?”
Fatma 3 aydır her gün
sokağa çıkma yasağının başladığı 4 ayaklı minarenin yanına kadar gelip sokak
başında oğlunu bekliyor.
2 Mart Çarşamba, bodrumlardan çıkışlar başlıyor
Günlerimiz 2 Mart Çarşamba gününe kadar yaşananları kamuoyuna duyurmak,
aileleri yalnız bırakmamak, Ankara’ya ve yereldeki yetkililere içeridekilerin
sağ salim çıkması için baskı uygulamakla geçiyor.
2 Mart akşamüzeri bu baskılar sonuç veriyor ve çoğunluğu çocuklardan
oluşan ilk grup dışarı sağ salim çıkabiliyor. Çıktıktan sonra çocuklar dâhil
hepsi tutuklanıyorlar. Ertesi gün çıkışlar artıyor. Daha önce içeride sivil yok
diyen devlet, çıkan küçük çocukların özel timlerle “şefkat dolu” resimlerini
basına servis ediyor.
Şuana kadar Suriçi’ndeki bodrumlardan 80 kişi çıkarılmış durumda. Bu
insanların hepsi tutuklandılar. 7 çocuk ailelerinden alınarak, gerekçesiz,
çocuk esirgeme kurumuna verildiler. Çıkarılan anneler ve çocukları
kelepçelenerek tutuklandılar.
9 Mart tarihinde yasağın 99. Gününde Diyarbakır Valiliği operasyonların
bittiğini ama yasağın bir müddet daha devam edeceğini duyurdu.
10 Mart günü bitti denilen operasyonlara rağmen, silah sesleri yasaklı
bölgeden gelmeye devam ediyordu. Bunun
üzerine aileler ve HDP’li siyasetçiler yasağın olduğu Bölgenin girişinde
beklemeye başladılar. Saat 15:00 gibi HDP’li siyasetçiler alanda bir basın
açıklaması yaparak, devletten içeride yaşananlara ilişkin bilgi vermesini
istediler. Herkeste içerideki yaralı insanların infaz edileceği korkusu vardı.
Birkaç saat sonra Diyarbakır Valiliği “Sur’da 4 teröristin ölü ele geçirildiğini
açıkladı.”
Bugün 11 Mart. Sur’dan artık ne silah ne de bomba sesi gelmiyor. Bu
sessizlikten mutlu olmamız gerekirken, ürküyoruz. İçeride hala insanlar olduğu
biliniyor. Rakamlar net olmamakla beraber 100 civarında kişinin içeride olduğu
söyleniyor. Sibel Yiğitalp’e gelen son mesajdan 50 kişinin 2 gün önceki top
atışında çöken bir binanın enkazında kaldığını öğreniyoruz.
İçerideki insanların kim olduğunu da tam olarak bilmiyoruz. Dışarıda
ailesi olanlar, ailesi başvurmuşsa eğer biliniyorlar. “İçeride yaşlı babam kaldı”
diye başvuranlar var. Ama eğer babada telefon yoksa irtibat olamıyor. Yine içeride üniversitelerden gelen gençler ve dağdan
gelenler olduğu da biliniyor ama bu kişilerin isimleri bilinmiyor.
Sessizlik ürkütüyor çünkü yasaklı alana her saat başı kamyonlar giriyor,
hafriyat alıp Dicle nehrine atıyorlar. Ama Dicle nehrinin kenarına gidilip
bakılmasına da izin verilmiyor. O da YASSAK! Her şey gibi… Acaba Dicle’ye atılanlar
nedir, harfiyat dışında başka şeyler de mi var, devlet o nedenle mi yasaklıyor?
Acaba Dicle’ye ölü bedenler de atılıyor mu?... bir sürü soru kafamızda…
Sur Cizre gibi olmadı. En azından insanların bir kısmını sağ salim
çıkarabildik. Ancak içeride kalan diğer insanlara ne olduğunu hala bilmiyoruz.
Kötü, kötü bir sessizlik var…[3]
Nurcan Baysal
11 Mart 2016, Diyarbakır
[1] Bu
aydınlar; Dilek Gökçin, Lale Mansur, Zeynep Tanbay, Ayşegül Devecioğlu, Bahri
Belen, Ferhat Tunç. 2 gün sonra bu çabalarımızı desteklemek ve Sur’un yanında
olmak için bu sefer Şemsa Özar, Gürhan Ertur, Ercan İpekçi geliyorlar.
[2] Bu basın
bildirisi daha sonra imzaya açıldı ve Türkiye genelinde binlerce insan
imzaladı.
[3] Son satırı yazarken medyaya bir açıklama düşüyor: “Diyarbakır
Suriçi’nde 8 terörist ele geçirildi.”
*As published in EXPRESS Dergisi, Nisan 2016, Sayı 142.
No comments:
Post a Comment